Çarşamba, Kasım 26, 2008

Bana 'Bu da Geçer' De

Televizyon karşısında tam da o saatlerde uzay mekiğimle eliptik kardiyo egzersiz yaptığım için ana haber bültenleri kaçmıyor benden bu aralar. Her haber bülteni ayrı bir lunapark. Her seferinde de illa şaşırma tepkisi vermekten vazgeçemedi bünye. Sonra bir şaşır, iki şaşır, bir bakıyorum bir saat geçmiş. 650 kalori yakmışım. Hem de hiç fark etmeden. Çocuğun dikkatini yanan dönen bir şeye çekerek ağzına lokmalar vermek gibi.

Geçen gün bir baktım ekranda Deniz Baykal çarşaflı kadınlara partisinin rozetini takıyor. Üniversitelerde başörtüsü serbestliği sağlayacak yasa değişikliklerine tahammülsüzlüğüyle bildiğim CHP'nin yaklaşan seçimler öncesi bu kadınlara parti rozeti takması seyirlik oldu tabii. Üstüne de Kürtler, göçmenler, türbanlılar, farklı din ve mezhep mensupları, hepimiz kardeşiz, eşitiz falan konuşması da yaptı. İnandırdı mı beni? Hayır. Oyunu ver ve köşene çekil muamelesi. O üç kapalı kadın da o kurultaya danışıklı gelmedilerse adım Hafiye olmasın. Akabinde fönlü kafa koko kadınlar AKP kurultaylarında belirmişler. Herkes herkesi kucaklıyor. Şekiller karıştı da sorunlar hala ortada.

Mustafa filmi hakkında da herkes bir şeyler söyledi. Ben de söylenen şeylerin saçmalığına takılmıştım. Bir forumda Can Dündar'a soru sormak için söz alan bir de üniversiteli olacak gençlerden biri 'Siz iyi işler yapmaya çalıştığınızı söylüyorsunuz. Oysa biz bu filmde iyi bir şey görmüyoruz. Bu konuda ne diyeceksiniz?' gibi dünyanın en gerzek sorusunu sorarken bütün salon alkıştan kopuyordu. Yani soru mu sordu şimdi bu? Bu bir ürün müdürüne 'ben malınızı beğenmedim, ne diyorsunuz' demek gibi bir şey. Nesini beğenmedin mesela, ne umdun da ne buldun? Önce kendini ifade etmeyi öğrensen ya? İsmi Uğur olan Dündar da bu kısmı alıp ana haber bültenine koydu ve gençlere cesaretlerinden dolayı bir de teşekkür etti. Körler sağırları ağırladı. İfade yoksunu gençlerimiz böylece kendilerini akıllı sandı.

İnsan her şeyi takıp takıştırıyor bu memlekette. Yeni bir takının karşısına çıkması çok zaman almıyor zaten. İlla televizyona gerek yok. Çevreden de yağıyor. Geçen gün Levo diyordu. Filmi hala izlememişler, dvd’sinin çıkmasını bekliyorlarmış. Sahtesi de yokmuş piyasada. Yani neredeyse filmlerin premier’lerinden bile önce çıkan bunca korsana rağmen bir aydır vizyondaki bu filmin korsanı yok. Sebebi de korsancıların Atatürk’e karşı besledikleri derin saygıymış.

Salı, Kasım 18, 2008

Yatırım Bankacılarının Acıları

Dünyanın en büyük yatırım bankalarından biriyle ortak bir proje peşindeydik. Kriz çıkınca top çevirmeye başladık. Biz onlardan da beteriz de hani önce kim havlu atacak diye tavırlar uzuyor. Manitayı ben terk etmiyim de kendimden nefret ettirteyim de o ayrılsın hesabı. Uzatmalar sürerken bu hafta seyahat etmemiz gerekti proje ülkesine. Bilet bile aldık, otel bile ayırttık. Bir yandan da olmayacak duaya amin deme triplerindeyiz. Biz niyaza durduk da bunlar yok oldular. Cep telefonları kapalı hep. Emaillerine çok kısa cevaplar veriyorlar. Sorduğumuz sorunun karşılığı bile olmayan kısa notlarla üstelik.

Birkaç kez ofislerini aradım. Sekreterler çıktı. Miss Falan, Mister Filan uçakta, dedi. Seyahatte dedi. Bir yandan da hadlerinden fazla soru soruyorlardı. Ne için aramıştınız, konu neydi, telefonunuzu alayımlar falan. Yahu o biliyor konuyu diyorum. Beni de ciğeri gibi tanıyor. Günler haftalar geçirmişiz beraber. Sen sadece Hafiye bir dedektif gibi peşine düştü. Tez zamanda ona cevap ver de, yeter diyorum. Ama ben yine de öğreneyim konuyu diye tutturuyordu. Israrlar karşısında projeyle ilgili detayları anlatır buluyordum kendimi. Sonra sana ne be yahu olup vazcayıp tamam o arasın işte, diyip kapatıyordum.

En sonunda bir tane kısa ve dangalak bir mail daha geldiğinde mail sahibinin saatinin sabah beş falan olmasına aldırmayıp telefona yapıştım. Telefonu da çaldı ve de açıldı. Artık orada çalışmıyormuş. Hepsi tüm ekip işten çıkarılmış. Uzman yardımcısından direktörüne kadar hepsi. Emaillerim bounce ediyor olmalı, biri size açıklama yapmış olmalı, dedi. Anaaa, oldum. Birileri onlar hala o bankada yaşıyormuş gibi ağızlarından mail yollayıp günü kurtarıyordu. Üstelik psikopata bağlayıp e-mail manyağı yaptığım bir tanesi nihayetinde pes edip ‘Hafiye, ben işimden ayrılıyorum. Lütfen maillerini bundan sonra filana yönlendir’ demişti. Ben de yeni hedefime bombardıman yapmıştım. Meğersem o filan da bir haftadır şutingenmiş.

Neyse ben de dünden beri yatırım bankasındaki eski ekibe -yani artık yeni ekip mi üç beş sekreter mi bilemiyorum- saykotik ve şifreli mailler atıyorum. Hani bir gizli belgeler vardı, diyorum. Onun içindekileri de alıp gelmeyi unutma, diyorum. Hani diyorum, şu eleman vardı ya devletin içinden bilgi getiren, onun bize dediği şeyleri aynen yapmalıyız, diyorum. Bana hatırlatır mısın, hangi konudan bahsediyorsun diye cevaplar geliyor sahte eski ekipten. Ben de gelince konuşuruz mail ortamı olmaz falan diyorum. Ahahaha, çok eğleniyorum.

Bu serzenişim Türkiye’nin çok dışında olacak belki ama incir çekirdeği bir konu için yüzlerce telekonferans düzenleyip dünyamı burnumdan getiren çalışma arkadaşlarım ve diğer yatırım bankacılarının başına gelenler için çok üzüldüğümü söyleyemem. Yani evet, acılarını dinleyebilirim belki ama çok da aldırış edemiycem. Kenarda yüzbinlerce dolarları var bu 25’liklerin. Senelerce çalışmasalar da olur. Sadece Excel’i iyi kullanıyorlar diye bu paraları hak etmediklerini düşünüyordum. Kocaman maaşları ve primleri alırken neye istinaden bunları kazandıklarını düşünmedilerse de akıllarına şaşarım. Çok para kazanıyorsan çok da risk alıyor olmalısın. İş garantisinin en tavan yaptığı yerde kazanç da en diptedir. Dünyanın düzeni bu. O zaman piyasa aşağı indiğinde sen de inersin. Bütün bunlar yüzünden ben de şurada projeden alacağım üç kuruşluk primimden de oluyorum.

Hem bu Gordon Gekkolar filmin son dakikalarını izlememişler mi canım?

Salı, Kasım 11, 2008

Derdimi Ummana Döktüm

Annem asla Adanalı bir erkekle evlenme der dururdu. Ammman, yazdıysa bozsun Allah der, vuracak tahtalar arardı. Annemin sözünü dinlemek için bir çaba sarf etmedim tabii ama neyse işte kaderiyle kısmetiyle onun dilediği gibi non-Adanalı bir adamla evlenegeldim. Dikkat etmiştim de annem, Adanalı erkeklere dair anti lafları hep yemek yaparken söylerdi. Hiç sevmez yemek yapmayı sağolsun ama yaşadığı coğrafya böreğe çöreğe, ete kebaba düşkün bir kocası olması bahtsızlığını çok mümkün kılmıştı.

Annem mesela fasulye, pilav pişirirdi. Yanında söğüşler, salatalar da olabilirdi ama babam sofraya bakıp, ’ee, yemek nerde?’ diyebilirdi. Babamın lügatında yemek, et demekti. Öyle fasulyenin içinde yüzen kuşbaşı etlerden de bahsetmiyorum. Et yemeğinden bahsediyorum. Köfte, pirzola, sucuk, ciğer ve envai kebaplardan yani. Zaman içinde ancak kolesteroller çıkınca önlem alma gerekliliğinin farkına varıldı da yine ancak öyle öyle kırmızı etlerden vazgeçildi. Hoş, bu sefer de etler gitti börek çörekler geldi. Bu sefer de şekerler tansiyonlar çıktı da onlardan da vazgeçilmediyse bile azaltıldılar. Zaten erkeklerin 50’lerinden sonra bir otorite kaybı söz konusu oluyor. Onu isterim, bunu isterimlerine pek aldırılınmıyor. Annem ve kız arkadaşları gayet mutlu mesut yemek vakti saati demeden canları ne isterse onunla meşgul oluyorlar. Adamın önüne makarnalar, sadece bir salatalar çıkıyor, tamam.

Annem boğazlar meselesinin kökenini Adanalılıkta bulduğundan Adanalı damat getiren karmayı kovuşturuyordu belki tahtalara tıklataraktan ama yanılmış işte. Yani doğru motivasyonlarını yanlış yerlerden kovalamış. Meğersem ‘boğazına düşkün adam’ın memleketi yokmuş. Şövalye de İstanbulluluğuna rağmen boğazına gayet düşkün. Hatta da bir şeye ikna edilecekse, gazı alınacaksa adamı yemekle kandırmak pek mümkündür. Yalnız Adanalı erkek kankalarımın ısrar ettiği üzere gelin hanımı validenin yanına içli köfte, dolma, sarma öğrensin diye çırak verme düzeyinde değil. Kolaycı da. Şövalye'nin lügatında da 'yemek' büfe demektir. Kendisi tost, burger, yengen, goralı falan sever. Ev yemeğinden anladığı ise bahsi geçen ekmek arası birtakım et veya şarküteri ürününün evde yapılanıdır. Evdekinin büfedekinden farkı olsa olsa tavada sucuklu yumurta ve kıymalı makarnadır.

Hafiye de anası gibi yemek yapmaktan hoşlanmaz fakat klasik anlamda tencerede pişen sebzeli ve bakliyatlı ev yemeklerinden hoşlanır. Kendisi yapmasa da haftada bir kadına pırasa, fasulye, ıspanak gibi şeyler pişirtir. Zorda kalmadıkça pirinç pilavı, beyaz makarna falan yemez. Onların yerine bulgur pilavı ve kepekli makarna pişirir. Ona göre ev yemeği sağlıklı olmalıdır. Bu yüzden yağı, tuzu da ancak koklatılabilir. Yani her gün glisemik endeks değeri ve sodyumu düşük, lif oranı yüksek kompleks karbonhidratları ve haftada iki üç öğün de ızgara eti tercih eder. Buna rağmen Düella’ya göre erken göçecektir bu dünyadan. Bu kadar kasmanın sonu ancak böyle bir kapakla taçlandırılabilir. O da mezar taşıma ’kastın da ne oldu’ vari bir mani olarak yazdıracaktır da bunu.

Bakın buraya da yazıyorum. Bizim evimizde haftanın en az altı günü mutlaka yemek vardır. Bu bir ottur, kompleks baklagildir, tahıldır, sebzedir ve tencerede pişmiştir. Benim yemek yapmadığımı iddia eden Şövalye sağlıklı tencere yemeklerini yemek kategorisine sokmadığından bunu böyle söylemektedir. Hatta o kadar sağlıklı olmasına bile gerek yok, annem Adana’ya dönerken buzdolabına dizi dizi içli köfteler ve dolmalar bıraktığında Şövalye bunları da yemekten saymayıp tost yeme girişiminde bulunmuştur. Hem de mık mık mık sonsuz söylenerekten. Baktım artık evde 'sözde' yemek olmayışından surat astığından ve hatta da bulgur düşkünlüğümü köylülükle vasıflandırarak –güya- mazeret ürettiğinden beri hiper yağlı kıymalı makarnayı dayıyorum servis niyetine. Yanına da kızarmış sosis ve sucuk. Arkasına da profiterollü tatlılar. Hala iki kaşık da olsa bari arada kabak yemesini ağla bağır, yalvar yakar tuttursam da çok mutlu kocam. Kocamı yemekle mutlu edebiliyormuşum yani. Bunu da öğrendim.

Haftasonu Düella da ifadelendirmişti kıymetimin bilinmezliğini. Ona da neler neler yapıyorum, ama yine de şeytan tüyünden geçinip kılını kıpırdatmayan Şövalye’ye kıyamıyor, bana zalim oluyor. Ben istikrara, sağlığına sıhhatine yönelik çalışıyorum ya, daha uzun vadeli ya. Anında mutluluk yok ya. Bırakın yaranmayı, direk hor görülüyorum. Sıkıcı bulunuyorum.
Bu millet çok kısa görüşlü azizim. Çok.

Perşembe, Kasım 06, 2008

Hastalıklı Trafik

Geçen gün vücudumdaki her kemiğimin ayrı ayrı ağrımasıyla ve bütün salgılarımın eşzamanlı akmasından muzdarip olduğumdan ofisten kalktım erkenden eve gidip yatayım dedim. Eve gidişim üç saat onbeş dakika sürdü. Trafik zulmüm esnasında aklıma mukayyet olmak adına bilekberimden bütün dünyayla sohbet chat yaptım. Torpidoda bir tek Duman CD’si varmış. O da nasıl ağır depresif. Ortama uymuyor diye bütün radyo kanallarını dolaştım. Hepsinde kontör indir, kredi kartına sonsuz taksit bindir muhabbeti. Bazen bu ülkede başka sektör yok diye düşünmüyor değilim. Telefon ve kredi kartından ibaretiz.

Pink diye bir radyo kanalında Helin Avşar’ın Hell-in Yayında programına rast geldim. Hell-in ismine de süper yaratıcı diyemiyorum. Eskidji, Malltepe, Nishantashi, Taxim, vs gibi isimleri İngilizceleştirmenin suyunun çıktığı bir ortamda peki diyoruz madem. Ben severim böyle salak kokoş kızları. Eğlendiriyorlar beni ve kesinlikle de her millete lazımdırlar. Süreyya Yalçın’ı da seviyorum, üç ayda bir evlenip boşanmasını da mesela. Büyük ve tesirli saçları, makyajları, kıyafetleriyle ve toplumun çok önem atfettiği birtakım kalıplara girip çıkıp hiç de travmasını yaşamıyor gibi olmalarını da, fotoğraflarının çekilmesine dair hissettikleri açlığı da. 30’larına yaklaşmış olmalarına rağmen modanın en sıkı takipçisi lisenin popüler kızı triplerini de seviyorum. Her an başlarına bir bela gelebilir, tutuklanabilirler, evlenebilirler, boşanabilirler, kaza yapabilirler, sarhoş olup sokaklarda rezil olabilirler, albüm yapabilir, köşe yazarı olabilirler. Herşey olabilir yani. Onlar adına her an bir olacağı beklemek güzel. Hiç bitmeyen eğlenceli bir dizi gibi. Fakat Hell-in programında ağır bir mevzu seçmişti. Çocuk istismarı ve tacizi. Konuya uygun psikolog doktorlar falan davet etmiş programına. Zaten tecrübesiz bir programcı olduğundan boşlukları doldurmayı beceremediğinden, ‘evet konumuz taciz, ahhahahahayyt, taciz. Evet, çocuk tacizi, hahahaha’ falan yapıp durması sinirlerimi müthiş gerdi.

Üçüncü saate girdiğimde artık yarım debriyaj ilerlemekten kendinden ağrılı ayak bileklerim de isyan ettiğinden Şövalye’ye telefon edip bağırıp çağırıp rahatladım. Ben hasta ve de trafikteyken o arkadaşlarıyla çerez-bira yapıyordu. Şövalye dediğin atıyla, motoruyla, olmadı helikopteriyle gelir beni çeker çıkarırdı bu azaptan. Üstelik cebinin pili de bitiyormuş diye beni sakinleştirecek mıncır mıncır konuşmalarından da yapamadı. Hoş, arkadaşlarının yanında yapmıyor da o muhabbetten. Erkek ortamında illa da maço duruşun gerekliliğini ben çözemedim gitti. O yüzden şarjım bitiyor’a çok da inanmadım.

Tam Şövalye’nin telini kapamıştım ki önümdeki minibüs dörtlülerini yaktı. Benzini bitti kesin, dedim. Aradığımız eğlence çıktı işte. Şimdi yiyorsa şerit değiştirebil. Kıpraşmayan trafikte siniri burnunda şoförlerin en nadir yaptığı şeydir yol vermek. Minibüsün kapıları açıldı ve içinden cüppeli sarıklı bir dünya adam çıktı. Banketleri atlayıp iki yolun birleştiği boşluktaki çimlerde namaza durdular. Tam o anda trafik de akmasa bile damlamaya başlamasın mı? ‘Kimseye zararı dokunmadığı sürece isteyen istediği yerde istediği kılıkta ne istiyorsa yapsın’ taraftarı bir insan olduğum için Beyaz Türkler gibi namaz kılmalarına değil de trafiği kesmelerine deli oldum tabi. Arabama ısrarla yol vermeyenlerin üstüne üstüne giderekten yedi dakikada yan şeride geçebilmiştim. İstanbul trafiğinde çizilirse çizilsin ulayn, kıvamına sıklıkla gelindiği için best car is a company car, diyorum.

Salyamı sümüğümü ha bire silmekten kağıt mendilim bitmişti. Otobandaki seyyar satıcılarda mendil buldum, allahtan. Bir de eczane açsalar da sudafed alsaydım ne iyi olurdu. Acıkmıştım da. Kağıt helva out olmuş. Cin fikirli elemanlar yeni azık paketi sürmüşler piyasaya. Bir poşetin içinde bisküvi, beyaz peynir-domates-biberli sandviç yanında su ve kola alabiliyorsunuz. Eve vardığınızda akşam yemeği külfetinden de kurtuluyorsunuz böylece.

Ben yirmi kilometreyi üç küsür saatte, Şövalye ise beş kilometreyi bir küsür saatte tamamlamış ve eve dönmüştük. Akşam sakinlik olsun diye film seyrettik. Bir Tutam Baharat isimli Türk-Yunan filmi. Life is Beautiful-vari dramı şeker bir tarzla anlatan bir şey. 60'larda İstanbul'u terk etmek zorunda kalmış bir Rum ailesinin küçük oğlu büyür ve astrofizik mühendisi olur. Dedesinin vefatı üzerine İstanbul'a döner. Kocasından ayrı yaşayan çocukluk aşkıyla karşılaşır ve onunla beraber olabilme ümidiyle İstanbul'da kalmaya niyetlenerek kendine beş gömlek küçük gelen akademik bir iş bulur. Çocukluk aşkı ise son dakikada kelek yapar ve kocasına döner. Film, tren garında kalakalmış kahramanımızın uzaklaşan görüntüsüyle ayrılık ve yalnızlık temasını bize bildirmeye çalışarak biterken Şövalye 'hıh, şimdi mıçtın trafikte Astrofizik Yorgo' diyerek filme kapanış yorumunu yaptı. Kahramanın adı Yorgo bile değildi ve Şövalye her filme illa ki memleket yorgunluğu yorumlarını katmaya bayılırdı.