Perşembe, Ağustos 27, 2009

Perdelerin Konumu

Geçen gün domestik mucize Yonc, kocasının hamaratlığını çekiştiriyordu Şövalye’yle bana. Meğer Enişte Bey de Şövalye gibi IKEA perdeleri almalara kalkışmış. Becerikli kocamın aldığı ölçüye göre delinen ve fakat deliklerine uymayan kornişleri yüzünden bir daha, bir daha delinen duvara asılmışlardı hani. Haddinden fazla delikli varlıklarıyla bile göze işkence olmuşluklarının yanı sıra kafamıza inmişlikleri yüzünden kaldırılıp atılabilmişti nihayet. Yonclar’ın da benzer sorunları olmuş IKEA perdeleriyle. Onlarınki kısa kalmış. Pencere pervazları görünür kalmış da camları zar zor kapanıyormuş artık, o da perdeler süper dikkatlice kapatılınca.

Bu ipinden çekmeli, itmeli perdeler bizim pencerelere göre değil diye bin kez dedim ama dinletemedim. Bildiğin haşır huşur çekilen kumaş perdelerdir olayımız. Perdeleriniz, pencerelerinizin hareketlerine uyumlu olmalıdır. Öyle çekince içeri doğru açılan klasik pencereleriniz varsa perdeler asılıyken de pencereleri açabilmek için bu kumaş perdelere ihtiyacınız vardır. Ancak pencereleriniz de yukarı itmeli ise ipinden çekince yukarı çıkan perdelerinizden, pencereleriniz yana sürülerek açılıyorsa sopasından sürülerek örtülen perdelerinizden olabilir. Diğer türlüsü altyapısı olmadan aksesuarı olan Türk işi her şeye benziyor. IKEA gibi standart ölçülerin hüküm sürdüğü coğrafyalardan çıkma mallar da bizimki gibi bin ayrı kapı-pencere ölçüsünün olduğu ortamlarda bütün sempatikliğine, fonksiyonu ve uygun fiyatına rağmen ol-mu-yor.

Şövalye önce çok destekledi Enişte'yi. Ne de olsa perde beğenileri benzeşmiş. Yonc konuşmaya devam edince de taraf değiştirip Yonc’un yanına geçti. Enişte Bey bu IKEA perdelerinin üstüne tül perdeler asıyormuş da. Altta kalın perdeler, üstte tüller oluyormuş yani. Bunu garipsiyor Yonc. Alta tül, üste kalınlar takılmalıymış. Şövalye’nin de bu konuda Yonc’un yanına geçmesi hiç sürpriz olmadı. Domestik bilgedir, çok anlar ev aksesuarlarından.

Dedim alta kalınlar asılır. Tüller direk güneşe maruz kalmasın, kalırlarsa erirler diye alta kalın perdeler asılır; bir nevi koruma niyetine. Hatta da adına güneşlik derler bizim güneşi bol Çukurovamızda. Bizim evde de öyle asılılar ve Şövalye her ama heerr gün bu durumdaki sözde hatayı başıma kakar.

2’ye 1 kaldığım için haklı gibi oldularsa da tül perdelerin üstte kalmalarına dair direnişim devam etmekte. Çoğunluğa değil çoğula bakın. Faydası olmayan aksesuarları da atın.

Perşembe, Ağustos 13, 2009

Başarının Sırrı

Tatilden beklentim bir ağaç gölgesinde kitap okumak ve internete bağlanabilen bir blackberry’yle gugılda dolaşmak diye belirtmiştim. Bunları yaparken sıkça bölmüştü Şövalye* beni hani uçalım, kaçalım diye. Biraz sakinleyip totosunun üstünde durabildiği üç beş anında da kendi kitabını, Malcolm Gladwell’den Outliers’ı okuyordu.

Şövalye seviyor böyle son moda pazarlama, business ya da az çalışarak zengin olma sırlarını açıklayan kitapları okumayı. Zengin olmak istiyorsanız şunları yapın diye liste liste giden hap kitaplardan biri vardı elinde geçen yıl. Üzerinden geçmiştik de beraber. 25 maddenin neredeyse hiçbirini uygulamıyordu. Dostlarına büyük borçlar verebiliyor, biraz para biriktirse işi bırakıp dünya seyahatine çıkmayı planlıyor, havalı takım elbiseler giymiyor, daha çok çalışacak diye daha çok para veren işe girmiyordu.

En son bombasını da iş seyahati için gittiği bir ülkede patlattı. Kendine tahsis edilen şoför -bütün Türk erkekleri sever sandığından olsa gerek- Şövalye’yi bir kumarhaneye götürmüş. Kocamın kumarla kağıtla işi olmaz. Acemi şansı olsa gerek, tutmuş 50 dolarına 2500 dolar kazanmış. Koy cebine parayı, karına getir, o da ev parasının biriktiği hesaba koysun, di mi ama? Yok. Paranın yarısını şoföre vermiş. Yeni evlenecekmiş de adamcağız. Hem onu kumarhaneye şoför götürmüşmüş. Kalanıyla da sokaktaki fakir ressamların tuhaf yağlıboyalarını alıp gelmiş. O yağlıboyaları evde her asmak istediği yer kolon çıktı da beton çivileriyle her yeri delik deşik etmesin mi bir de başıma? Öfkelendim möfkelendim ama bir yandan da onu parayla bağı kopmuşluğu yüzünden de sevdiğimden dikenine katlandım. Ama bazen bağını gerçeklikle de koparabiliyor, o ayrı yazının mevzusu.

Neyse, konumuza dönelim. Kitap okurken canı sıkıldığında okuduğu şeye dair bana sorular sormaya bayılır Şövalye. Outliers'ı okurken de yine aynısı oldu.
Önce adamın birini tanıyıp tanımadığımı sordu. Eski çalıştığım şirketin COO’suydu. Tanıyordum elbette. Kore’ye gitmiş de Amerikan iş tarzını oraya süper adapte etmişmiş. Eyvallah. Korelilerin bahsi geçen konuda Amerikalılarla nasıl papaz olduğunu da kısa bir açıkladım.

Birkaç saat sonra bir başka soru geldi. Yılın ilk üç ayında, yani Ocak-Şubat-Mart aylarında doğanlar hayatta daha başarılı oluyorlarmış. Bunu biliyor muymuşum. “Tabii ki", dedim. “Hatta Kerevit gitmeseydi Aralık’ta doğacağı için biraz hayıflanmıştım da. Birçok spor kulübü seçmelerinde, okul-sınav muhabbetlerinde hep doğduğun sene hesabı yapılır. Henüz 5-6 yaşlarındayken Ocak doğumlu bir çocukla Aralık doğumlusu arasında bayağı gelişme farkı olabilir. Bunlar dikkate alınmadığından sene sonu bebeleri istastistiksel olarak daha şanssız gruptadır. Hem ben bunu (bu tarzda okuduğum, hatta da okumayıp audiobook olarak arabada dinlediğim tek kitap olan) Freakonomics’te duymuştum. Bu bestseller kitap Freakonomics muhabbetini tekrarlıyor olamaz. Di mi?”

Bu entersean saptamayı ballandıra ballandıra bana anlatmayı umut eden Şövalye konuya aşinalığıma uyuz oldu. Ben de Outliers’ın Freakonomics kopyası olmasına takıldım. Her ikisi de bu kadar çok satarken bu kadar benzer örnekler kullanmaları şaşırtıcıydı. Bu sefer kitabı iyice merak ettiğimden Şövalye’ye soruları ben sormaya başladım.

-Ne anlatıyor bu kitap? Yani bu kadar örnek verdi de konuyu nereye bağlıyor? Söylemeye çalıştığı şey ne?
-Bir adam varmış, Hollandalı. Her kültürün farklı boyutları var diyor. Kimi kültürler feminen, kimisi maskülen. Kimileri bireysel...
-Hofstede’den bahsediyorsun?
-Evet, adı buydu galiba. Sen nerden biliyorsun?
-E, bize bütün üniversite boyunca bütün organizasyon teorileri boyunca bu adamı söyleyip durdular ya?
-Ama ben hatırlamıyoruuum? Kesin ben exchange olarak yurtdışına gittiğimde okumuşuzdur.
-Üçüncü sınıfın ikinci dönemindeydi organizational theory dersi. Sen 4. sınıfta exchange’din

Hafizamın fil olduğuna inanmadı da geceleri o uyuduktan sonra gizlice Outliers’ını okumuş olduğumu iddia etti, Şövalye.

Neticede kitap başarının sırrını yaşanılan kültürden, doğulan andan tutun ailenin sosyoekonomik durumuna kadar giden bireyin kontrolü dışındaki şeylere bağlamış. Yani kaderciymiş. Konuyu o anlık uzatmadım. Blackberry’mden gugıl sörçte bulduğum flap operasyonu sonrası artan diş hassasiyetimin neye evrilebileceğini okumaya koyuldum.

* Şövalye'yle evlendiğim için dünyanın en şanslı insanıyım. O kadar memnunum ki anlatamam. Ayrıca kendisi dünyanın en iyi insanı, hem de çok akıllı.

Cuma, Ağustos 07, 2009

Acemi Yolcu

Esincan’ın düğün biter bitmez gece Istanbul’a döndüm. Ankara’da yatmadım yani. Orada başka kankam olmadığı ve Ankara’yı hiç bilmediğim için kalsam napıcam, dedim, döndüm. Bir de haftasonu Yonc ve Düella’yla beraber bir yakın sahil sayfiyesine gideriz demiştik. Onu da kaçırmayayım istedim.

Gece Istanbul’a uçak olmadığı için otobüsle döndüm. Nasılsa 5 saat. Uçakla seyahat edip her iki uçta da şehrin çok dışındaki havalimanlarına uğrayacağıma paşa paşa uyuya uyuya giderim dedim. Şehirler arası otobüse en son geçen milenyumda bindiğimden ortamın şaptisi oldum. Herkesin de madarası. Şöyle ki:

Kenarları dikilmiş çarşaf kuponlardan kalmamış. Elektronik biletim vardı. Üstünde de 15 numaralı koltuk yazıyordu. Otobüse bindiğimde gözlerim tavanda, ışık ve minik fanların olduğu yerlerde koltuk numarası aradı. Bulamadığımı görüp arkamda bekleşmekten usanan bir teyze kolçağa baksana kızım, dedi. Tavanda değil, cık cık cık.

Aaa, hakkaten de. Unutmuşum. Doğruuuu. Otobüste numaralar koltuğun yanında yazardı. Uçaktaki gibi tepede diil.

Yolculuk esnasında cep telefonlarıyla konuşan yolcular sürekli dikkatimi çekti. A, uçakta telefonla konuşuyor, gibisinden cümleler otobüste olduğumu hatırlayana kadar içimden geçti. Tam aksine, laptoplarıyla internette dolaşan yolculara şaşırmam gerekirken yine kendimi uçakta sandığımdan onlara hiç şaşırmadım.

Kolçağımı indiremedim. Muavin geldi indirdi. İneni kaldıramadım. Yanımdaki teyze kaldırdı. Ortam acemiliğim artık herkesin gözüne batmaya başlamıştı.

Molada inip Varan Bolu Dağı Dinlenme Tesisleri’nin meşhur domates çorbasından içme hayaliyle uyudum. 15 yıllık nostalji. Dağın soğuğunun aniden yüzüme çarpışıyla uyanmayı, yemek salonuna girip kıpkırmızı çorbayı yeşile karşı içmeyi düşledim. Sonrasında da o serin çeşmeden akan dağ suyunu yüzüme çarpacaktım.

Durduk, yağmur yağıyordu. Karşımdaki tabelada da Sapanca Restaurant yazıyordu. Bildiğiniz enstrümantal Anılar-9 albümünden şarkılar çalan bir mola yerindeydik ama dağ yoktu. Çorba da. Sordum, söylediler. Hatta söylerlerken de UFO’nuzdan henüz mü indiniz? bakışları attılar. Tünel açılmış ya, ondan artık o Bolu Dağı tesisleri tarih olmuş. Ben de tünelin açılışını duymuştum elbette ama dinlenme tesislerini pas geçeceğini sanmamışım. Ne kadar naif.

Velhasıl, şehirlerarası otobüs yolculuğu nostaljisini doğru dürüst yaşayamadan bizim zamanımızda diye başlayan hikayelere konu olacak kıvama getirdim.


*Bolu Dağı Dinlenme Tesisi resmi Varan Turizm'in 1991 yılı takviminden scan edilmiş. Hey gidi.