Pazartesi, Kasım 26, 2007

Benim Bütün Derdim Özlem

Bilenler bilir, Düella'yla aramızda tuhaf bir ilişki var. Görünüşte benden nefret ediyor ama ilgisiz kalırsam da tilt oluyor. Onun başka model bir ilişki kurması zor zaten. Bugünlerde (sanıyorum) evleniyorum diye iyice hıncını çıkarıyor benden. Geçen gün belki düğün haftasonusu iş seyahatinde olabileceğini ihtimalinden bahsetti. Yıkarım dedim Pansiyon’u tepene. O da bütün bu evlenme ve seremoni zımbırtılarını aşağıladı da aşağıladı. Klişe ve standart ve uyuz bir kadınım, evet. Duydum, ne oldu? Neyse ne. Olucak artık. Ok yaydan çıktı. Sen de geleceksin ve şahidim olacaksın. Kavgasını etme benle artık.

Ömrümde boya namına ilk kez saçlarıma gölge attırmıştım. Başlangıçta iyiydi ama yıkadıkça açıldı. Gözümüz alıştı işte. Amaan. Çok da tın'dı. Düella bu duruma ‘sınıf atlamaya çalışan tam varoş da değil ama pahalı kuaföre de parası yetmeyen kirli beyaz, krem rengi Türk’ benzetmesi yaptı. Şövalye’ye sordum. ‘Aman bebitoo, stil danışmanımız Düella mı yani? Hıh ’ yaptı.

Sonra üniversiteden bir hocam bölümün katalogunu hazırlıyormuş. Hani artık önce üniversite sınavına giriliyor, sonra bölüm seçiliyor ya. O yüzden okullar, bölümler reklam katalogları, afişleri basar olmuşlar. Birkaç mezundan başarı öyküsü koymak isterlermiş kataloga fakat mezunlardan topladıkları şeyler çok tuhafmış. Bir tanesi başarı öyküsü kısmına Jaguar marka otomobili olduğunu yazmış. Hocam da bana dönmüş, sen bir şeyler yaz. Hem iyi de yazarsın, dedi. Düella'ya anlatıyordum. Bu katalog işiyle çok ilgilendi ama sonrasını duyunca asıl Jaguarlının başarılı sayıldığını, benim ise koca bir kafadan ibaret olduğumu söyledi.

Pazar kahvaltısında saat 10 diye sözleşmişiz Banularla. Onlar da ex-Amerikan. Yani dakik olur bunlar şimdi. Hemşo da var evde, Paris’ten misafir. Aman canım, daha uhuu falan diyerek gebeşen ev halkını ’yahu hadi’ diye gaza getirdim de sadece 10 dakika gecikmeyi başarabildik. Tam da tahmin ettiğim üzere Banular oturmuşlar bizi bekliyorlardı. Saat 10’da orada olacağına önceki akşamdan söz veren Düella'yı ise 10’u 10-15 geçe defaatle arayaraktan ancak uyandırabildim. Bismillah bee, dedi bir de. Hadi dedim, hadi. Yine de o teşrif ettiğinde biz kahvaltımızı çoktan bitirmiştik. Banu apartmanlarının önündeki park yerlerine riayet edemeyen komşularından şikayetçi. Yeni bir siteler inşa ediliyormuş. Oradan ev baksak, dedi. Komşularının da tanıdık ve nizami tipler olmasını istiyor. O zaman dedim, Düella’yı almayalım aramıza. O da park yerinde kural tanımaz. Hatta geçen yıl sileceklerine iliştirilen küfür notlarının sergisini açmıştı. "Amaan", dedi nodül Düella. "Gidin bir arada oturun sıkıcı sıkıcı. Sıkıcısınız işte. 15 güne kalmaz yine benim kapıma geleceksiniz mutluluk için".

Dün akşam evde sular kesildi. Tam da sporum bitmiş. Ter içindeyim. Olmadı bu. Hemşo'nun da duşu gelmiş. Atladık Pazar banyosuna Pansiyon’a gittik. Ohh, köklemiş kaloriferi. Ev 40 derece. Pansiyon Hamamı. Soyunduk dökündük. Kendi havlularınızı getirin, demişti gelirken. Zırt marka şampuan takıntım asla yok ama evden şampuan falan da koyduk. Yok artık, dedi Hemşo. Olsun dedim. Pansiyon bir mahrumiyet bölgesi. Belli olmaz. Alalım yanımıza her bir şeyimizi. Şövalye’nin morali bozuk bu su kesilmesi işine. Yani ben de bozuluyorum ama o bu durumu Etiler’e yakıştıramıyor. Bense hiçbir yere. Pansiyon’a dayandığımızda ‘yahu, sizden kurtuluş yok mu bee?’, diye açtı kapıyı. Sonra da su getirin, kahve getirin ama 'süte kahve' istiyorum, 'sütlü kahve' diil prenseslikleri takip etti.

Yine de kıyamam, yazdan beri 10 kilo aldığını söyledi. Ondan çok bana dert oldu. Düzenli yürüyüşlere çıkarmaya çalışıyoruz şimdi onu. Zor oluyor haliyle. Geçen gece indik sahile. Hava soğuktu, hafta içiydi ve ortalık sakindi. Yine de döndüğümüzde arabamız yerinde yoktu. Hemen arkamızda çekicinin biri başka bir arabayı sırtına yüklüyordu. Şövalye 200 kaat hazırlamak için ATM ararken Düella polis memuruyla muhabbete seyirtti. ’Arkadaşlar birkaç hafta sonra evleniyor, biz de buraya zayıflamaya geldik’ gibi abuk bir cümleden sonra polis de ’yeter ki sevenler kavuşsun’ dedi. Abuk sabuk anlaştılar, ben anlamadım. ’Ay, şu hayatta hep de bu çekici kamyonuna binmek istemiştiiiim’, diyerekten kamyona da bindi. Ben de istedim ben deeee, ama yer yoktu. Sıkışık oturma aranjmanlarına kasıyorduk ki Şövalye kolumdan tutup beni zorla bir taksiye bindirdi. Düella kamyondan bize el sallarken çekilmiş araç otoparkına doğru onu takip ediyorduk.

Çarşamba, Kasım 21, 2007

Davetiye Listesi ve Nikah İşlemlerine Mahsus Akciğer Filmi

Kimsenin umru olduğunu sanmıyorum ama 'davetiye listesi' ve 'Verem Savaş Dispanseri' konu başlıklı dertlerim var. Beni yiyor bitiriyor. Organizasyon işinin 'O'su ve bürokrasinin 'B'si bile beni diken diken edebiliyor. Bütün bu süreçlere negatif yaklaştığım için de ne listeler tamamlanabiliyor ne de dispanserler beni kabul ediyor.

Davetlilerin kemik listesi çıktı ortaya. Şimdi öyle bir yerde tıkandım ki sormayın. Ofis insanlarından, mesela Ali'yi çağırmak isterim ama Ali'yi çağırırsam Veli'yi ve Hasan'ı ve Ayşe'yi de çağırmam gerekiyor. Oysa Veli, Hasan ve Ayşe'ye dair öyle sıcak hislerim ve ilişkilerim yok. Liste bana bakar, ben listeye. Anne Şövalye de bizi kasar hadi de hadi diye.

Veremliysem evlenemiyormuşum. Ben gidiyorum sıralar, kuyruklar geçiyorum. Tam sıra bana geliyor, film kağıdı bitiyor. 1:30'da açılıyoruz diyorlar. Meğer 1:30'da kapanıyor oluyorlar. Sırada bekleyenlerin de tüberküloz olmuş bir halleri yok . Hepsi evrak toparlama derdinde.

Neyse, süper kolaylıkçı ama tuzlu bir evrak tamamlayıcı yer bulduk. İnşallah bu hafta halledeceğiz ama bundan önce açtım telefonu öğlen Şövalye'ye baar baar. Ne alakaysa, bağırdım işte.
İnsan sırf bu yüzden evlenmekten vazgeçebilir yani. O derece.

Çarşamba, Kasım 14, 2007

Beyoğlu'nda Cuma Gecesi

Elyan Ankara’da yaşarken uçaktı, yoluydu, 2 saatte görüşebilirdik. Şimdi aynı şehirdeyiz. 3,5 saat sürüyor. Uff. Buluşmakla çileler bitmiş de sanmayın. Hepi topu oturup iki kelam edicez. Popomuzu koyacak bir yer bulamadık, anasını satiym. Koko mekanda da yer yoook, salaş kahvede de. Elyan da topuk yapmış benim gibi. Ayaklar mahfoldu yamuk asfaltlarında sokakların. O kadar ki hava buz gibi olmasına rağmen dışarda oturmaya razı olma kıvamına geldik. Soğuk bana o kadar da korkunç gelmiyor çünkü Şövalye’nin yeni aldığı dağcı-kayakçı outdoor parkası var üstümde. Bu koko iş kılıklarının, 11 santim topukların üstüne de giyiyorum artık mecburen. Tuhaf olsa da. Onun hediyesini kullanıyorum diye o kadar seviniyor ki onun sevindiğini görmek yeter. Maymun olmuşum, rezil olmuşum zaten takmam, bilirsin, bildiğin pazen, üzerinde aydedeler olan pijamayla sokağa çıkan bir insan olaraktan.

Neyse işte orası almadı, burası almadı derken ittir kaktır bir yere konuşlanabildik. İzbe, dumanlı, gürültülü, balık istifi kalabalık bir yer. Annanemin kömürlüğünün bile bir çekici yanı vardır, bu mekanın yok, öyle diyim. Ne menü bir yöne bakıyor ne sandalyeler. Tarz marz, hikaye, servis hak getire. Yan masayla o kadar kucak kucağayız ki yani Özlem bile bana bu kadar sokulsa irrite olurum, o da fırsat bu fırsat eğlenir benle. Mecburen bağıra bağıra Elyan’la konuşuyoruz. Dedim yeter, kalk gidelim. Kalk kalk kalk. Bu ne yahu?

Bizim şapti girişimciler hala kasandra da kasandra ’perfect’ hale getirmeye çalışsınlar sitelerini, dükkanlarını, konseptlerini, restoranlarını, ne menem şeye giriştilerse onu. Kardeşim, kilerini kümesini piyasaya aç, tutsun. Burası öyle bi yer. Yeniden sokaktayız. Tesadüfen sakin küçük bir yerden bir grup kalkıyor gibiydi, hemen girdik mekana. Süper elit bir mekan. Tarzdan yıkılıyor. Kalkmaya hazırlanan ekipte Ayşe Kulin var. Elyan gitti kadınla samimiyete oturdu. Kendini tanımam. Romanlarını da sevmem. Hepsini okumadım ama en son Bir Gün’ü okumuştum. Şu biri doğulu ve kasabalı, biri batılı ve şehirli iki kadının oturup nezarette dertleştiği şey. Batılı kadın şımarıktır, doğulu mütevazidir. Batılı eğitimli ve kariyerlidir; doğulu kadın ise bütün eğitimsizliği ve bastırılmışlığına rağmen öyle baba laflar eder ki şaşırırsın falan klişeleri. Kurguyu oturtacam diye o basit Yeşilçam filmlerinin ‘hoppala, bu kör gözüm parmağına diyalog da nerden çıktı?' dedirten türden hareketler de doluydu üstüne.


Bence ‘tezat’ en basit kurgudur. Komedide de öyle. Dramda da. Bol malzeme çıkar burdan. Çok da bilindik bir temeldir. Ama ben sevmiyorum. Benim gözüme batıyor. Avrupa Yakası da bol tezatları yüzünden sevemediklerim arasındadır zaten. Siz yine de tüm bu yorumlarımdan bir hipokritiklik çıkarın. Şövalye’yle aranda geçenler de hep tezat temeline sahip hikayeler, diyin. Neden yazıyorum peki? Çok reyting alıyor da ondan. Ayşe Kulin ve Avrupa Yakası gibi. Neyse güzellerim, Türkiye’de sanatsal anlamda satıp duran üç kişi var işte. Onlar da süper yetenekli olduklarından diil, averajlar. Kaliteli yokluğunda sivrilmişler. Mekanlar da öyle. İyisi yok. Ne varsa ona tevekkül. Ondan bu hınca hınçlık. Başarıdan diil. Ha, iyisi olduğunda da iyiyi algılayabilir miyiz, bilemem. Endişeliyim hatta.

Ayşe Kulin ve ekibi mekandan ayrıldı. Elyan arkalarından, “Kulin’in çantasını gördün mü? Miu Miu’ydu. Enfesti”, dedi. Ben bir bitki çayı söyledim. Üçte bir bardak geldi. Garsonu çağırıp "Eueeu, şimdi bu eksik mi gelmiş, yoksa tarzı mı bu?” diye sordum. Güldü ve 'tarzı o', dedi. Tarz uğruna otları sıcak suya attıkları bodumu getiriyorlar önüne zaten. Sen presle ve bardağına dök diye. İki parmak çaya 8 kaat para verdim. Yok yok, vermedim. Elyan’a ödettim.

Pazartesi, Kasım 12, 2007

Cuma Akşamı Trafiği

Bir daha evim merkezli 20 dakikalık yürüme mesafesi yarıçaplı çemberi dışında bir yerde biriyle buluşmaya kalkarsam, gezentiye gitmeye kalkarsam benim adım da Hafiye olmasın.

Cuma akşamı Elyan’la 3,5 saatte ancak buluşabildik. İşyerimden Taksim’e gitmek işkencesi esnasında debriyajda yarım durmaktan mahfolmuş bir sol ayak ve ona ait alt bacak baldırının krampları eşliğinde gözümden yaşlar geldiği yetmiyormuş gibi bildiğim tek otopark olan o katlı Tüyap otoparkında geçiş yerlerine dahi park etmiş olan araçların arasında da en az yarım saat harcadım. İçerde yer olmadığı halde neden ha bire içeri araba aldıklarını anlıyorum aslında. Hele bir girsinler, bir hal çaresi sonra bulunur zihniyeti. İçerde, onlar kadar seri olmasalar da fikren onlar gibi, yani kuyruğunu kovalayan kediler gibi, dönüp durmaktayız. Yanan balata kokuları arasında düğüm olmuş araçlardan yükselen isyanlar da başıma ağrılar soktu. Bir otopark görevlisine beni kurtar, dedim. Anahtarını bırakırsan olur, dedi. Tabii ki, dedim. Ne demek. Araba senin olsun. Şurada bekle dedi. Hemen gösterdiği yerde beklemeye koyuldum. İki dakikaya gelip anahtarımı alacak ve işkencem bitecek diye mutluluğun kucağına yerleştim.


O da ne? Bir adam soru sormakta. “Buraya mı park ediyorsunuz?” Çok da sakin, tatlı, tonton bir tip. Üniversite hocalarını andıran bir şemali, ‘sevimli’ bir duruşu var. “Yoo”, dedim. “Görevli bey gelip çekecek arabayı şimdi. Anahtarı bırakıcam, onu bekliyorum” dememe kalmadı Mr Hyde’a dönüştü bizim hoca. “PEKİ YA BEENNN NASIL ÇIKICAM BURDAN, HAAA?!!!” diye kükredi. Yerimde zıpladım yeminlen. Sanırım bekleme yerim onun arabasının arkasıymış, ama ben bunu bilmemekle onun kuyruğuna basmış olmuşum. Bir şeyler söylemeye çalışıyorum. Yani tamam, çekerim, ben zaten iki saniyeliğine burdayım ama nereden bilebilirdim ki aracınızın arkasında durduğumu, zaten park etmiyorum, kem küm..bir sakin olsanız. Tamam, çekiyorum. Araba stop bile değildi yani çalışır durumdaydı. Çekmesi üç saniye.

Otopark görevlisi kükrentiye yetişti. Abi, n’oluyor? Bir sorun mu var?
Kardeşim, dedi. Benim senle sorunum yok. Hanfendiyle sorunum var. Anlamıyor, dedi.

Benim film orada koptu. Kendimi kaybetmişim, Hakim Bey. Gerisini hatırlamıyorum. Hyde’ı 41 bıçak darbesiyle yere sermişim. Kendime geldiğimde kanlar içinde yerde yatıyordu.
Dermişim.
Gerçekler ise maalesef farklıydı.

“Neyi anlamıyorum, ulayyyn?!!” diye çıktım arabadan. Çaatt. Kapı kapatılır. Racon tam Adanalı. Allahtan boy uzun, topuklar da 11 santim eklemiş üstüne. Bünye de iri kıyım. Hyde benden kısa kaldı. Pıstı ve de sustu da biraz. Artık yeni Hyde bendim.


“Gerizekalıyım, di mi ben? Geriiii?? Haa? Kime dayılanıyorsun be sen? Ne dediğin anlaşılıyor mu? Arabam burda, çekicem dedin de çekmem mi dedim? Müneccim miyim lam ben senin arabanın ahan da bu olduğunu senin de o saniye çıkmak için geldiğini biliym? Adam gibi iletsene derdini. Burası da yaylaydı da bula bula senin kulubeciği buldum di mi önünde konuşlanacak? Dİ Mİİİİ?”

Otoparkçılar bir ekip olup araya girdi. Adamı uzaklaştırdılar. Arabamı çektiler.

Elyan’la buluşmak üzere merdivenleri tırmanırken kendimden nefret etmeye başladım. Türkleşiyordum gün geçtikçe. İstediğim kadar direneyim. Benim anlayış, nezaket, başkasına kendi kişisel space’ini vermek vs diye bildiğim/yaptığım şeyler onlara benim bir paspas olduğum şeklinde yansıyor. Tepesine çıkılıp çamurlu tabanları iyice silme aparatı. Sesim yükselmezse kimse beni dinlemiyor. İşte de böyle, sokakta da. Bir evde böyle değil. Evde tam tersi. Şövalye’ye bir bağır, on gün yüzünü göremezsin. Bir denge ihtiyacı içindeyim.

Cuma, Kasım 09, 2007

Düğün Dramaları


Ay bir hassasiyet yapmışız. Farkında mıyım? Yooo. Altına okuyucu yorumları geldi ya, vay ben ne güzel insanmışım da helalmiş de falan. Ne oldu bu sefer? ‘Mağdur edilmiş naif, güzel insan’a dönüştük. Bana fikrimin ince güllerini toplatanlar da acımasız, ‘zalim insan’ oldu galiba okuyucu gözünde. Fakir edebiyatına dönüştü, tribüne oynanmış gibi oldu falan.
Açıklamam gerekirse:

Düğünü yaza sarkıtmak istemedim.

Birkaç sebebi var bunun. Birincisi, Şövalye’yle istemiyorum da istemiyorum dememe rağmen bir baktık beraber yaşıyoruz. Ben de heyheyli hatunum. O da en ufak bir ses yükselmesine gelemiyor, kaçıyor. Yarın incir çekirdeğinden bir sebeple ayrılırız falan. İnsan evlenince kıçını kırıyor, göz üstünde kaştan sebeplerle –nadiren- ayrılıyor. Adamdan memnunum ben ama var bir ‘karanlık tarafını bulucam bunun’ diye kaşınma hallerim. Ben kaşındıkça yumak oluyor herşey. Evlenelim de rahatlayalım, dedik. Ev alıcaz mev alıcaz bahara, plan yapıyoruz. Sevgiliyle ev alınır mı, allasen? Vaktiyle az kazık yemedim. Bir de beterin beteri var. Ne hikayeler duyuyoruz.

İkincisi, yurtdışında yaşayıp da yazın memlekete gelenlerler arasına ‘bir daha yaz tatilinde buraya gelmiycem, lanet olsun’ diyenler oldu. Kimileri de düzenli olarak yazlar yerine kışları sömestr tatilinde geliyor. E, Noel de yılbaşıyla birleşip güzel bir tatil yaratıyor. Döner ayak Istanbul duraklarında da bir düğüne uğrayıverirler, diye de düşündük Ocak’ın ilk haftasonusunu.

Üçüncüsü, Türkiye’de üç ay sonrasına düğün tarihi kararlaştırmak bile süper plancılık, programcılık sayılıyor. Bunu tek başıma ben ayarlamıyorum. Öyle olsaydı plancıdan çok pratikçi olduğum için hazır herkes burdayken Bodrum tatilimizde nikahı kıyardım. Şövalye gibi bir kararsızlık abidesiyle beraber çalışmak işleri sürüncemede bırakabiliyor. Hayır, evlenme konusunda kararsız değil. Yöntemi konusunda kararsız. Daha önce de belirtmiştim ama yöntemlerine getirdiği tuhaf çözümler yüzünden bu sefer asıl kararından da şüphelenip birinci nedenimize geri dönebiliyorum. Bu da bir sarmala giriyor haliyle.

Düğün olayına takılmayalım, dedim.

Çünkü gerçekten zerre umrumda değildi ‘düğün’ olması. Ama olacaksa da bari optimum tarih bulunsun diye kasıyor insan. Bunun kaçarı yok. E, olacaksa da bari kankalarım olsun isterim. Annanneler mutlu olsun, diye yapılıyor eyvallah ama yan ürünü olaraktan hani bari ben de biraz mutlanayım diye düşünüyor insan. Eşe dosta darısını dileyelim falan. Mahkeme duvarı takınacak halimiz yok.

Hipokritik meselesine gelince de her kankamın düğününe atlayıp gitmişliğim yok, eyvallah. Lakin ’en en en can kanka’ kategorisinin çok kalabalık düşünülmemesi gerektiğini de düşünüyorum. Daha düdük sebeplere dahi en az bu çabayı gösterdiğimi ben biliyorum. Bu bana yeter. (Takdir beklemiyorum hatta duymaktan bile hoşlanmıyorum, hatta takdirlik bir durum bile göremiyorum ama hipokritikliği reddediyorum)

Olayları halk meclisine taşımışlığım da yok. Senelerdir yazıyorum. Tarz da değişmedi. Sarkastik çamur atmadığım- kendim de dahil- kimse kalmadı. Kimsenin ismini açıkça telaffuz da etmiyorum. Kimse kimseyi bilmiyor. Yine de rencide olmuşlardan, olanlardan ve olacak olanlardan özür dilerim. Ama olayım budur. Bu olmasa ben de açardım bir yemek ya da fotograf blogu, hep beraber ellerimize yüreklerimize sağlıklayıp dururduk. Ha, böyle demem dahi tuhaf. Hepi topu 3-5 kişi okuyor şu blogu. O da sen, ben, bizim oğlan yani. Vaktiyle emaillerinize yolladığım yazıları okuyaydınız başınıza bunlar gelmezdi.

Özetle,
Neyse ne, güzellerim. Oldu bir kere. Bir daha da açıklamam. Yoruldum zaten bütüüün bu düğün zımbırtılarından ve dramalarından ve travmalarından. Hiçbir şeye karışmayacaktım ama başımdaki kabak patlaklarıyla dolanıyorum günlerdir. Düğünüme isterseniz gelirsiniiiiz, istemezseniz gelmezsiniz. Gelmeniz beni mutlu eder, gelmezseniz de yıkılmam.
---
Oh, herşeyin suçunu da Şövalye’ye yıktım. Garibim yine güler oturur en çok. İyi dayanıyor valla. İşte o yüzden bazen diyorum acaba bu çocukta algılama problemi mi var? Herkes bana alınıp küserken bu sarılıp öpüyor. İyi tarafından bakarsan abi ‘aşmış’. Kötü tarafından bakarsan zaten uhuuu, düşünmek bile istemiyorum.

Magazin bülteni gibi yazı oldu bu da. Ne gıcık. Yazmasam rahatlamazdım ama. Terapi bu, terapi. Terapi.

Perşembe, Kasım 08, 2007

Arkadaşı Kıskanmak

Şu facebook çıktığında bir iki oynayıp bırakmıştım. Sonra eski manitalarıyla fotoları tag’lenen Şövalye de gazabımdan korkup bıraktı aleti. Tam üç haftadır elini sürmüyor. Geçenlerde millet ‘fotolarını göremiyoruz bana limitli profil mi koydun?’ diye arıza çıkarmaya başladı. Alla allaa, oldum. Hayır, listemdeki 200 kişinin hepsine de kapım sonuna kadar açık değil. Yarısını ilkokul mezuniyetinden beri görmüyorum zaten. O yüzden ‘tanıdık’ların profillerini limitledim ama ‘arkadaş’lara açıktı valla billa. İşin tuhafı, limitlenmeye bozulanların ‘arkadaş’ olmalarıydı. Hani yani zaten blog’dan röntgenimi bile çekiyorlar daha neyi merak ederler, ben de bilmiyordum ama anladım ki ben bir albüm yaratmışım ama içini boş bırakmışım. Hadi doldurayım bari dedim. Onu da bunu da derken saatler geçirdim facebook’ta.

Facebook’ta ‘compare friends’ diye bir aplikasyona rastladım. Listenden iki profili rastgele önüne çıkarıyor. ’Ali mi daha akıllı Veli mi?’ Yok, ’Ayşe mi daha seksi Fatma mı?’ diye sırayla soruyor. Onunla mı yatardın bununla mı, öbürüyle mi yaşardın berikiyle mi, bu mu daha teknolojik şu mu falan gibi bir dolu karşılaştırma sorusu cevapladığınız bu anket bitince değişik listelerden katılımcıların da toplam sonuçlarından en akıllı bıdığı, en gönlü bolu, en cazibi, en tatlıyı falanı seçiyor. Hadi şu anketi yapayım dedim. En son 11 yaşında vedalaştığım tiplemeyle 10 yıldır görmediğim bir başka tiplemeyi nasıl karşılaştıracağımı bilemediğimden bir çok soruyu atladım ama bir yerde kilitendim.

Anketin, ’Hangisini daha çok kıskanırsınız? Düella mı Yonc'u mu?’ diye sorduğu yerde gülme krizi geldi. Diğer bütün soruların- zeka, cömertlik, cazibe, ne olursa olursa olsun'a dair- cevabı Düella olurdu. Fakat bu sorunun cevabı Yonc! Yani pozitif bütün sıfatlarda açık ara önde giden Düella yerine ben Yonc’u kıskanıyorum. Ben Yonc gibi olmak istiyorum.

Hemen soruyu yolladım tayfaya. Açık oturum emaili halinde. Şövalye var olmayan 'Hiçbiri, en çok beni kıskanıyorsun’ hakkını kullandı, yandı ama Çıtır da Düella da benim adıma 'Yonc’ doğru cevabını bildi. Bizim tayfa analizi felç ettiği için yorumlara da geçilmiş:

Çıtır, cevabın tabii ki Yonc olduğunu, Düella'yı kıskanmadığımı ama ona sahip olmak istediğimi belirtmiş. Düella da bu ’sahip olmak isteme’ meselesine bi açıklık getirmesini istemiş. Çıtır lafı kıvırmış ve yerine artık yalnız yaşamaya başladığı evinde yaktığı tütsülerden ve okuduğu transandantal kitaplardan bahsetmiş. Ben de ona kızdım böyle ’sahip mahip’ lafları edip Düella’yı kaçırtacak diye.

Bu arada, evet. Cevap doğru. Yonc'u kıskanıyorum. Düella'yı değil. Düella'yı gözlemek hoşuma gidiyor ama Yonc olmak isterdim. Kafa rahatlığı yüzünden. Biz bütün bunları tartışırken mesela, o da cc’liydi. Tınmadı bile. Hiçbir e-mailine geri döndüğünü bilmem zaten. Telefonlara da çıkmaz. Bazen siz ararken sessize almaya çalışırken telefonu açar, ortam seslerini dinletir size. 'Ya ufff, kapatamadım galiba’, da der üstüne. Çoğu zaman zaten ulaşılamaz, kapalıdır telefonu. Bazen işyerinin santralinden falan bağlatıyorum kendini. Ancak o zaman numarayı göremiyor da iki satır iletişilebiliyor kendisiyle. Ha, bizi görmek istemiyor demek değil bunlar. Sorsanız bizsiz bir hiç ama nasıl bir umursamazlıktır bu, biz anlamadık. Bu blogu da okumadığından ohh, hakkında rahat rahat atıp tutuyorum, ne güzel. İşin komiği, şapti hatun geçen sene bu aralar yine bu sayfalarda hakkında feci konuşurken blogumu iş ilişkisi olduğu bir kısım medyaya çıkarmaya çalışmıştı da kendi elleriyle kuyusunu kazdığını farkettirip ben vazgeçittirmiştim onu bu sevdadan.
Şimdi düşünüyorum da, keşke de çıksaymışım. Belki şöhret neyim olurdum. Bol ziyaret edilen 'başarılı' blogların samimiyet krizli hallerine kaldı meydanlar işte. Ahh, ah. Keşke ben Yonc gibi olsaydım da ona buna ne olacak diye dertlenip millete şemsiyeler tutmasaydım. Kadrimi kıymetimi ’most generous’ kategorisindeki kıtırpiyoz sanal takdirlere bırakmasaydım.

Perşembe, Kasım 01, 2007

Küstüm

Yahu bir Amerika’ya gittim ya, direk nizama kaydı aklım. Buradaki herşeye daha bir hoyrat bakar oldum. Bunda pms’imin de, düğün hazırlıkları stresinin de, midemin ve medyanın gazının da etkisi var tabii. Eskiden bir gülümseme takıp dinlediğim saçmasapan diyalogları dinlemiyorum mesela. Yerine söyledikleri cümlelerdeki binbir çelişkiye parmak basıp konuyu orada yarım bırakıyorum. Yani bir yumaktan ne gibi bir selamet çıkabilir ki? Konuyu uzatmaya gerek yok. Mesela Amerikalıların iki buçuk milyon Iraklıyı öldürdüğünden başlıyor teorisini geliştirmeye. Yahu bu ülkenin nüfusu kaç ki, diyorum. Onda birini kıydılar mı yani? Üstelik -bildiğim kadarıyla- öyle halka tepeden bomba atma falan da yok. Dört buçuk yıldır ordalar deseeek, günde yaklaşık binbeşyüz Iraklı öldürülüyor yani orda. Ciddi bir kıyım. İki atom bombasında dahi ikiyüzbin ölmüştü. Orda zırt diyor zurna. Daha orda. En başında.

Amerikalıların Irak’ta olmasını ne destekledim ne ettim. Yine de mantıklı bir diyalog hasretim bu abartı katliam rakamını görmezden gelmeme engel olamaz. Tabii millet onu da yanlış anlayıp hazır orda yaşamışlığım da varken Amerikancı olduğumu düşünüp, bunu da ifadeleyip beni iyice şişirmekteler. Ben artık hırlıyorum valla. Gerzek diyaloglara kulaklarım tıkalı. Vaktim de yok. Ha, bu konuyu da 'asıl kendilerinin dibi karayken Ermeni tasarısını nasıl destekleyebilirler’e bağlayacakmış eleman. Yani artık savunmamızı böyle yapacaksak bizim başımıza daha çoook çoraplar örülür. Şövalye sosyal zekamın olmadığını iddia ediyor. Zaten ben de bayilerle samimi ortam yaratıp onlara mal satmıyorum. İçim yeterince şişik. Hem sözlük hem mecazen. Yeterin yahu. Hoydaa, bu da beni vatan haini ilan etti. Herkes etsin abi. Aman geyikmiş ne varmış, he hıı diyip bırakaymışım diyor Şövalye. Aylardır dinlemiyorum. Dinlemediğimi açıkça gösteriyorum da. İki satır yorum dahi yapmıyorum. Onların sosyal zekası varsa şayet kendilerini dinlemeyen adama yapışmazlar heralde ısrarla geyiğini gidersin diye. Alla allaaa...

Mantığın bittiği yerler de var ama. Mesela düğünüme en en en can kankalarım gelmiyor. Gelirler sanmıştım. Kendilerince var sebepleri ama ben onları duyamıyorum bile. Çünkü ben olsam iki saatliğine dahi giderdim dünyanın öbür ucuna. Daha önce yaptığım hareketlerdi bunlar. Kendi yapabileceklerimi başkalarından görmediğimde hayal kırıklıkları yaşamayayım diye kendi yapabileceklerimi indirmek gibi çözümlerden de çok mutsuz oluyorum. Ben kendi yapabileceklerimden ve yaptıklarımdan da mutlu olabiliyorum çünkü.

Düella beklentileri indirmekten bahsediyor. 'E yani, ne önemi var ki?' diyip beni kızdırıyor bir de üstüne. Hatta bu konuyu konuşmak, aslında dertleşmek için aradım onu. Ofisteydi. Müsait misin, dedim. Toplantıya gidicem, dedi. OK. Önemsiz zaten. Sonra konuşuruz, dedim. Yo yoo, söyle, dedi. Anlattım iki satırda. ‘Vay da benim işim var da. Senin bu salak gündeminle mi uğraşıcaz da hede höt’ yaptı. Gitti. E, ben önemsiz demiştim zaten.

Bir saat sonra aradı.

Düella: Küstük mü?
Hafiye: Yooo ama ben ‘önemsiz’ demiştim zaten. Sen dinlemek için ısrar ettin. Bir daha seni ofisinden aramıycam. Tam bir sayko oluyorsun işyerinde
Düella: (Nodüllü kahkahalar) Allahtan duygusuz bir kadınsın da alınmıyorsun. Bak bu duygusuzluğun bazen işe yarıyor.

Sonra lafladık işte. Beni geçen gün dolduruşa getiren kanka, düğünüme gelmeyen kanka, gerzek diyalog sahipleri, vs derken herkesle takışmışım. Nasılsa koca bulduğum için herkesle küsmek için doğru bir zamanmış. Dert etmeyeymişim.

Bu akşam iş dönüşü evine gittim. Köşede çingene çiçekçi vardı. Bütün sokak şahane kokuyordu. Şuna iki demet kır çiçeği kaptım. Herkesle küstüğüm için elinde kalan son kankaya yağ çekiyorum olarak algıladı bunu.

Manyak kadın.