Pazartesi, Kasım 12, 2007

Cuma Akşamı Trafiği

Bir daha evim merkezli 20 dakikalık yürüme mesafesi yarıçaplı çemberi dışında bir yerde biriyle buluşmaya kalkarsam, gezentiye gitmeye kalkarsam benim adım da Hafiye olmasın.

Cuma akşamı Elyan’la 3,5 saatte ancak buluşabildik. İşyerimden Taksim’e gitmek işkencesi esnasında debriyajda yarım durmaktan mahfolmuş bir sol ayak ve ona ait alt bacak baldırının krampları eşliğinde gözümden yaşlar geldiği yetmiyormuş gibi bildiğim tek otopark olan o katlı Tüyap otoparkında geçiş yerlerine dahi park etmiş olan araçların arasında da en az yarım saat harcadım. İçerde yer olmadığı halde neden ha bire içeri araba aldıklarını anlıyorum aslında. Hele bir girsinler, bir hal çaresi sonra bulunur zihniyeti. İçerde, onlar kadar seri olmasalar da fikren onlar gibi, yani kuyruğunu kovalayan kediler gibi, dönüp durmaktayız. Yanan balata kokuları arasında düğüm olmuş araçlardan yükselen isyanlar da başıma ağrılar soktu. Bir otopark görevlisine beni kurtar, dedim. Anahtarını bırakırsan olur, dedi. Tabii ki, dedim. Ne demek. Araba senin olsun. Şurada bekle dedi. Hemen gösterdiği yerde beklemeye koyuldum. İki dakikaya gelip anahtarımı alacak ve işkencem bitecek diye mutluluğun kucağına yerleştim.


O da ne? Bir adam soru sormakta. “Buraya mı park ediyorsunuz?” Çok da sakin, tatlı, tonton bir tip. Üniversite hocalarını andıran bir şemali, ‘sevimli’ bir duruşu var. “Yoo”, dedim. “Görevli bey gelip çekecek arabayı şimdi. Anahtarı bırakıcam, onu bekliyorum” dememe kalmadı Mr Hyde’a dönüştü bizim hoca. “PEKİ YA BEENNN NASIL ÇIKICAM BURDAN, HAAA?!!!” diye kükredi. Yerimde zıpladım yeminlen. Sanırım bekleme yerim onun arabasının arkasıymış, ama ben bunu bilmemekle onun kuyruğuna basmış olmuşum. Bir şeyler söylemeye çalışıyorum. Yani tamam, çekerim, ben zaten iki saniyeliğine burdayım ama nereden bilebilirdim ki aracınızın arkasında durduğumu, zaten park etmiyorum, kem küm..bir sakin olsanız. Tamam, çekiyorum. Araba stop bile değildi yani çalışır durumdaydı. Çekmesi üç saniye.

Otopark görevlisi kükrentiye yetişti. Abi, n’oluyor? Bir sorun mu var?
Kardeşim, dedi. Benim senle sorunum yok. Hanfendiyle sorunum var. Anlamıyor, dedi.

Benim film orada koptu. Kendimi kaybetmişim, Hakim Bey. Gerisini hatırlamıyorum. Hyde’ı 41 bıçak darbesiyle yere sermişim. Kendime geldiğimde kanlar içinde yerde yatıyordu.
Dermişim.
Gerçekler ise maalesef farklıydı.

“Neyi anlamıyorum, ulayyyn?!!” diye çıktım arabadan. Çaatt. Kapı kapatılır. Racon tam Adanalı. Allahtan boy uzun, topuklar da 11 santim eklemiş üstüne. Bünye de iri kıyım. Hyde benden kısa kaldı. Pıstı ve de sustu da biraz. Artık yeni Hyde bendim.


“Gerizekalıyım, di mi ben? Geriiii?? Haa? Kime dayılanıyorsun be sen? Ne dediğin anlaşılıyor mu? Arabam burda, çekicem dedin de çekmem mi dedim? Müneccim miyim lam ben senin arabanın ahan da bu olduğunu senin de o saniye çıkmak için geldiğini biliym? Adam gibi iletsene derdini. Burası da yaylaydı da bula bula senin kulubeciği buldum di mi önünde konuşlanacak? Dİ Mİİİİ?”

Otoparkçılar bir ekip olup araya girdi. Adamı uzaklaştırdılar. Arabamı çektiler.

Elyan’la buluşmak üzere merdivenleri tırmanırken kendimden nefret etmeye başladım. Türkleşiyordum gün geçtikçe. İstediğim kadar direneyim. Benim anlayış, nezaket, başkasına kendi kişisel space’ini vermek vs diye bildiğim/yaptığım şeyler onlara benim bir paspas olduğum şeklinde yansıyor. Tepesine çıkılıp çamurlu tabanları iyice silme aparatı. Sesim yükselmezse kimse beni dinlemiyor. İşte de böyle, sokakta da. Bir evde böyle değil. Evde tam tersi. Şövalye’ye bir bağır, on gün yüzünü göremezsin. Bir denge ihtiyacı içindeyim.

Hiç yorum yok: