Salı, Şubat 27, 2007

Ev Alma, Manita Al

Pansiyondan çıkma vakti amansızca yaklaşıyorken Şövalye’ye kalsa beş ay kiralık ev arar, birine karar verinceye kadar o ev çoktan tutulur, bir sonrası için kafa patlatılırken o da kaçarken falan filanken sokakta kalırdım kesin. Atladım bir gün işten bir saat erken çıkıp gördüğüm üçüncü evi tuttum, bitti. Bizimki şoka girdi. İyi, dedim, akşama sen de gel bak bari. Gönlü olsun. Bir yandan da, yahu benim evim, ona ne ki, oluyorum. Bir yandan ama o da sevsin, diyorum.
Ev küçük, diyor. Sen ne karışıyorsun, oluyorum.
Ev çok cici, diyor. Burada çok mutlu olucaz, yeeeeyy, diyorum.
Bir sana ne, bir mıç mıç. Tahterevalli halleri.

Anonymous yazmış buraya iyi manita sen alışveriş yaparken en az bir saat cinnet geçirmez, diye. Anonymous bir kadın ve manitası bir adam ya. Ben evi 45 dakikada tuttum, eşyasını da 3 saatte alayım, bitsin istiyorum. Tersine, manita alışveriş ben cinnet yani. Tam dört gündür alışveriş merkezlerinde helak oluyorum. Şimdiye değin defaatle cinnet geçirdim. Bu cinnetler ev işleriyle haşır neşir olmadığım için eve fırın, süpürge, vileda gibi şeyler alınmaması ve bir minicik kova için dahi en az bir saat fikir teatisi yapma ihtiyacı direntisi gösteren Şövalye etrafında özetlenebilir. Mesela:

- Koçtaş’ta (Törkiş Home Depot) alışveriş sepetime attığım Vileda kovasını kapıp sallayaya sallaya gözüme sokarak, “Bak bu kocaman kova evinin 50’de 1’i. Emin misin, almak istediğinden? Ne zaman ev sildin ki? Gereği var mı?” diye sorduğunda...

- Fırın yerine sadece set üstü ocak alsak iyi olur fikrinin neticesinde fırın yeri boş kalacak, tuhaf olacak, nasılsa alınacak bu meret, alalım gitsin, diye düşünürken, “Bana börekler mi pişirecekti, minno?” diye sorduğunda...

- ‘Fırın boşluğuna kazaklarımı koyarım o zaman’ abuk fikrime, sırf fırın almamak uğruna artık sıcak bakar olduğunda...

- Tezgah altına koyacağımız çöp kovasının ‘basılınca açılan mı yoksa gel-git kapaklı mı olsun’, kararını 25 dakikada alamadığından dükkandan basıp çıkma eğilimleri gösterdiğimde yanı başımızdaki çiftten hatun olanın saatlerdir sabunluk bakması ve bu durumun kocasına darallar getirmesi yüzünden kocanın da benle aynı anda kapıya yönelmesi üzerine sinir boşalımlı kahkaha patlattığımda...

Bu liste daha uzar gider ama benim Yonca’nın marangozuyla randevum var. Gardrop ve şifonyer şeysi. Çitile, çitile. Bitsin artık bu çile!

Çarşamba, Şubat 21, 2007

Regl Öncesi Sendromu

Ruş yeni manita yapmak üzere, Muratçım. Ondan da sana yar olmadı. Az farkla kaçırdın. Onunla detaylı bir manita seansı açtık. Boyu posu, parası pulu pek sonra geldi. Ortalığı topluyor mu, yemek pişiriyor mu, falan gibi kriterler konuşuluyor artık. Nasıl kadınlarsak, ben annamadım. Erkeklere sorsan kadınların onlarda aradığı şeyler bunlar değil derler. Tersine dünya. Ben benimkini kalemimden düşürmüyorum ya. Hadi germiyim, bir kez daha konusunu edeyim. Ben onu böyle sevmedim, anacım. O da ortalık toplar, yemek koşturur, arar sorardı. Hırt oldu. Hatta dün akşam hiiiiç haber vermeden gelecek sandığım vakitten dört saat sonra, geceyarısına doğru çıktı geldi. Cebinin şarZı bitmiş. Arayıp haber vermek -nedense- aklına gelmemiş. Yok yok, nedeni belli. Sanmış ki ben zaten alemdeyim. Bir sanmalar sunmalar.

Sabah yine uzun commute’uma eşlik eden Leonard Cohen. Açtım baktım Düella beni rahat bırakın, derdiniz sizin olsun, diye bloglamış. Aaaa! Gece saat 3’te demiş. Uyuyordur diye esemes attım: Benim sana olan aşkım bir başka. Derdim varsa sana anlatırım; yoksa seni derdim yaparım. Rahat bırakmam. Psikopatınım. Şak diye telefon etti. Uyumamış hiç. Nodüllü nodüllü güldü. Neden üstüme alındığımı anlamamış. O da bazen Yonc'un psikopatı oluyormuş durduk yere. 'Neden depresifsin böyle?', dedi. Bilmiyorum, dedim. Herşeye psikopatça takıyorum. Şövalye’nin gecikişine. Beni artık sevmiyor. Her blog satırında kendime cezalar arayışıma. Beni kimse sevmiyor. Şarkının sözüne. Kimse kimseyi sevmiyor. En son da hergün birkaç kez yedişer ytl bayıldığım Starbucks’ın ginger latte’sine. Hazır sevgi.

“Sen,” dedi. “PMS olmayasın?”


Bütün bunların açıklamasının bu kadar basit olmasını kabullenemedim. Tamam, PMS karmaşık bir olgu fakat kısaltmaya vurunca pek bir basit duruyor, canım. Açıklaması bu olunca sanki dertlerim tanımlanamadığı gibi anlamsızlaşıyor da. Söylediklerimi kimse sallamıyor.

Yok yok, olamaz, biliyorum. Beni kimse sevmiyor.

Salı, Şubat 20, 2007

Leonard Cohen'le Depreşmek

Memlekete yeniden döndüğüme herkes bin pişman. Ne Şövalye’de huzur bıraktım ne Düella’da. Şövalye beni aramadı sormadı ya ben yoldayken. Gıcık oldum bi kere. Hiç öyle ‘Hafiye Şövalye’den Ayrılmasın’ kampanyalarına kalkışmayın. Adam sempatikliğiyle hepinizi zehirledi. Ben buzdan analizlerle konuştuğum için kanınızı ısıtamıyorken Şövalye takıyor mavi boncukları tabii her tarafınıza. Feel-good-movie gibi adam. Ama sadece size. El iyisi resmen. İçi beni yakmakta.

Düella'yı da çektim kenara. Bıdır da bıdır da bıdır seyahat dertlerimi sıraladım. İş güç. Üstüne planlar, programlar, çizelgeler. Daraldı, yok oldu. Kaçtı. Geldiğim belli olmuş. Huzuru kaçmış. Şu hayatta kimseye yaranamadım. Ona yanarım.

Sonra mesela arabada Leonard Cohen dinliyorum. İyice depresyon. O buğulu boru ses ve ekosu. Felçli Hafiye sözlere de takar. Sözler bir hikaye anlatıyor ama tam da ne olduğu belli değil. Hepsi birer Aziz Latif örneği adeta. Kodlar var. Dayanamam. Çözmem gerek. Belki telgraf hanımın tellerine de konu olur:

Well, maybe there's a god above

But all i've ever learned from love
Was how to shoot somebody who outdrew you
It's not a cry that you hear at night
It's not somebody who's seen the light
It's a cold and it's a broken hallelujah

Benim için tüm zamanların favorisi Famous Blue Raincoat’ tur mesela. Ortada bir aşk üçgeni vardır ama Leonard bu üçgenin içinde midir, dışında mıdır; üçüncü şahıs kadın mıdır, erkek midir, nedir yahu, olur dururum. Bir de şu mısralar var ki:

Yes, and thanks, for the trouble you took from her eyes

I thought it was there for good so I never tried.

Acaba diyorum benim de gözlerimde bir huzursuzluk mu var? Öyleyse bırakın Şövalye uğraşsın lütfen. Uğraş(a)mazsa üçüncü bir arızayla gazımın alınması muhtemeldir. O arızayı Düella ilan etmiştim. Madem cinsiyeti belli diil. Ama o da pek bir boşverişçi bu aralar.


Belki benim de yollara vurmam gerek. Böyle fondip usulü değil ama. Sindire sindire. Gurme gurme. Şövalye’nin gidesi var ama onunla gitsek yollarda dönüşümlü olarak bir naz, bir domuzluk yapıcaz. İtişicez kakışıcaz. Bir anlamı kalmıycak. Çift olma hali kafadan karizmatik değil bir kere.

Pazartesi, Şubat 19, 2007

Hafiye'nin Farkı

Özlempansiyon olsun, Barışnerede olsun, Cüneyt360 olsun, bu tip insanlar böyle bloglar bloglar tutadururlar. Sonra da seyahatleri bitince zirvedeyken jübile ayaklarıyla bloglarına ara verirler. 10 ayda 14 ülke gezmişiklerini anlatıp durdukları eski defterlere bakıp durursunuz. E, aferim. Ne oldu? Hafiye kadın 12 günde 12 ülke gezerek seyahatlerini de bloglarını da ellerine tutuşturdu bunların.

Efendim, onların haberleri çıka çıka Cosmo’nun, Kelebek’in kıyısında köşesinde çıktı. Benimkiyse ekonomi bültenlerine manşet oldu. Onlar yüzleri gözleri toz toprak içinde dolanırken benim özel İngiliz uşağım vardı. Her işime koşturdu. Dudağım çatladı krem, gömleğim kırıştı ütü yetiştirdi. Çıplak ayaklı köylü kızlarını görmedim ama Paris’te, Milano’da, Dubai’de, manzaralı, jakuzili odalarımda binlerce yuroluk şarap kadehlerindeki dudak izlerinin sahibi oldum. Yalnız bütün zarafetimle ayrılırken eşantiyon sabunları, jelleri toplamayı bilhassa unutmadım. Hatta o kadar çok otel armalı havlu terlikleri oldu ki Şövalye’nin, sevinci ömre bedeldi.

Ha, arada Şövalye’ye arızalandım, o ayrı. Bu şapti oğlan ben gidince beni unuttu resmen. Önceden ‘ne şeker, tıpkı bebekler gibi’ diye size anlattığım şey döndü dolaştı beni tırmaladı yani özetle. Adam aramaz, sormaz oldu yahu. Köşeyi dönmemle varlığım bilincinden silindi alenen. Cicim aylarımız bitti galiba onlan. Ayrılırsak haber veririm, Muratçım. Ben zaten buralarda zor durucam gibi. Beni yanına, Chicago’ya aldırırsın artık. Öyle Amerika’ya Türkiye’den getirilme gelinlere de benzemem. Bana yol yordam öğretmen gerekmez. Hazır yapılmış bir hatunum. Rahat edersin.

Bir tenis topu gibi fırlatılırken bir ülkeden diğerine, arada bir Murat krizi çıkmış. Size çok kızdım sevgili hırt arkadaşlarımdan ibaret okurlarım. Yahu neden okur yelpazemin genişlemesi çabama tıpa oluyorsunuz ki? Ben topluma mal olmak, herkesin sevgilisi bir yazar olmak peşindeyim. Arada şehirli kadın çıkışları yapıp Ayşe Arman’ın tahtını sarsan kadın olmak isterim. Beni paylaşmaya açık olun çok rica ederim. Bağlaç olan de’leri ayıramayan da, birtakım deyimlerin farkında olmayan da okusun, lütfen ya. Çok rica ediyorum.

Salı, Şubat 13, 2007

Sevgililer Günü Hediyesi

Nerden takıldı dilime, anlayamadım. Canlarım, süper sizsiniz. Nııı-nıy-nıy-nıynıy-nınınım-nınınım. Süper Fm. Yol insanı bu hale getiriyor. Hafıza hangi dehlizlerinden geçti, bilemedim. Bu Murat şeysine de amma takılmış okurum. Yorum yapıcam dedim ama gece saat 2’de Stockholm’de kralın buzlu sarayına bakarken pek de bir şey olamadı. Arada Dubai’ye falan da gittim. Bünye bu. Makine diil nihayetinde. Yorum namına çıka çıka bu çıktı işte: 'Canlarım, süper sizsiniz'

Burada herkes ne kadar da Şövalye’ye benziyor. Özlemek bile tuhaf bir hal aldı. Kuzeyli gövdede Akdenizli kucakmış o. Sarsa da uyusak. Burada böyle çöpleri çıkarmaya uğraşmasak gözlerden.


Dün gece birkaç saatliğine uğradığım İstanbul’da biraz saydırdım ona. Olacak o kadar. Özlemenin sıkıntısından, diyelim. Hadise şöyle:

Bende alışveriş yapacak hal yok. Görev icabı uçaktaki duty-free’den bir traş makinesi kaptım ona. Amsterdam’daki otelden de godivaları yürütmüştüm. İğrenç bir naylon poşette verdim bunları ona. Al, sana manitalar günü hediyesi, diye. Ya zaten iki saatçik görüşüyoruz. Bu çocuğa hediye falan vermemek lazım. Sevindirik şirin gibi gitti traş oldu gecenin köründe. Ay, allaam. “Eee”, dedim. “Hani senin hediyen?”. “Çok ayıp”, dedi. Romantik romantik vericekmiş o. Hem zaten daha manitalar günü gelmemiş. “Ama”, dedim, “ben burda değilim ki 14’ünde. Bunu öngörerekten hediyeni sana erkenden aldım verdim. Senin de öyle yapman gerekirdi” Söylenmezmiş böyle. Neden ki? Çok güldü bana. Oysa ben her erkeğin rüyasıyım sanırdım. Odun odun işte, ne güzel. Al, ver. Tamam. Bir kucaklaşalım, bitsin. Rahat rahat.

Analiz bitmez. Neden de niye de, uhuu. Sanırsınız ki almış bir şeyler ama atmosferine kasıyor. Sonunda anlaşıldı ki adam daha hediye mediye almamış. Öyle çabuk(!) karar veremiyordu ya. Doğruuu, oldum. Bunu atlamışım. Böyle de bir huyumuz vardı. Hangi pantolonu alsa iyi oluru üç hafta düşünen biri var karşımızda. Bense üzerime giymeden takım elbise bile sipariş verebiliyorum internetten.


Ben kullanışçılık ve çabukluk, o ise estetik ve atmosfer kasarken nasıl bir arada olabiliriz endişesine kapıldım şimdi. Çöpler. Çöpdemirler. Şu seyahat bitse de rahatlasak.

Salı, Şubat 06, 2007

İzahnamem

Murat isimli okuyucumun gerçekliğine inandım ve onun yol açtığı birtakım içsel devinimler yaşadım. Bir elektrik aldım. Bir elektrik veresim geldi. Empresyonistiz ya hani. Anlatıym bari. Şimdi şöyle ki:

Murat kızmış bana. Bir yorum yaptık. Yapmaz olaydım. Hale bak, diye. Haklı.

Birincisi, o kadar inanmıyorum ki tanıdığım birkaç kişinin dışında blogumu okuyan olduğuna, hemen kuşkucu bir yaklaşımla, bi dakka bi dakka, oldum. Hafiyelik yapıp hatta, kimin bit yeniği bu diye araştırmalar bile yaptım. Bazen birisi beni beğense, flörtöz sebeplerle olsun, entellektüel sebeplerle olsun, insani sebeplerle olsun, ne sebeple olursa olsun, bir reddetme hali yaşamaktayım. Türkiye’de herkesin diline pelesenk olmuş Gaffurca tabirle, ‘beni beğenmiyor musun?’ hali. Beğenmiyorum, efendim. Hırt oluyorum karşılığında. Şövalye dediğimiz manita şahısın yerinde başkası olsa çoktaaan uzamıştı hatta. Onunla şu kısacık geçmişimizde dahi, binyediyüzyirmiyedi kez ayrılalım-bitirelim-farklıyız-bu iş yaş falan oldum. Allahtan o bir sabır taşı. Israrla stres testine devam ediyorum. Bakalım ne zaman çatlayacak?

İkincisi, kimse okumayacaktıysa neden halka açık bir blog var karşımızda, diye sormuş. Gene haklı. Gene açıklamasını yapayım. Kendimi anlatma telaşım hiç bitmesin: Biz bir kankalar grubuyduk. Dünyanın dört bir yerine dağıldık. Gel zaman git zaman, kendi adıma kesif yalnızlıktan kaynaklandığını düşündüğüm bir yazı yazma aşkı belirdi bende. Blog yazılarına benzer şeyleri emaille yolluyordum hepsine. Uzun yazıyorsun, dediler. Meşguluz, dediler. Mırın kırın ettiler. Bir web sayfası yap kendine, inbox’larımızı meşgul etme, dediler. O yüzden bu blog çıkageldi.

Muratcan. Keşke Atlanta’ya yolun düştüğünde bana bir not bıraksaydın da senle buluşsaydık. Bir kahve falan içseydik. Olmadı madem, tatilinde Türkiye’ye geldiğinde not bırak bari. O zaman görüşelim. Hırtlaşsam da kaçma. Aslında iyi bir insanımdır. DC’ye yolun düşerse Ruş'a da not bırak. Ha, bak o daha hırttır benden. Belki de ona baka baka karardım, bilemem. Ama korkma, o da yemez. Ne olur Hafiye'yi okumaya devam et. Bize biraz anlayış gerek, hepsi bu. Di mi Şövalye?

Bugünkü toplantılarım da bitti. Birazdan gym’e gidip yediğim sufleleri öğütücem. Yarın Amsterdam’a geçiyorum. Bilenler bilir. Orada paranoyam coşarsa daha karanlık şeyler saçabilirim buraya. Korkmayın. Nihayetinde acı patlıcana bişicikler olmuyor.

Umrumda Değil

Hala üç beş kankamın, onların da üç, hadi bilemediniz beş kankasının dışında bir okuyucum olmadığına inandığımdan bloguma yorum bırakan Murat isimli kişinin gerçekliğine inanasım gelmiyor. Eğer bu abi tanıdığımız biri olmasına rağmen sadece ortalığı karıştırmak adına bir mahlasla ortaya çıktıysa bu hareketini çok zekice buluyorum. Özellikle de Ruş'a, ‘bey’ demesini. Bizim seksi dansözümüzü erkek sanmasını sandırmamız gerçekten çok başarılı. Tebrik ediyorum. Yok, gerçekten Murat ise o zaman 20 Ekim 2006 tarihli Hafiye’nin Karakterleri yazımı okuyup Ruş'a dair fikir edinmesini rica ediyorum.

Gündüz toplantılar, akşam yemekler şeklinde ilerliyorum. Az önce haftalar önceden rezervasyonumuzun alındığı koko bir Fransız restoranına gittik. Menüyü anlayana aşkolsun. Hadi benim eski Parizyenliğim sayesinde çözdük. Masadaki bir iki kişiye yardımım da dokundu. Lakin ortamda sigara içilmeyişi çoğunu bozdu. Beni de üç saatten önce çıkamayacağımız. Kalkalım isterseniz, köşedeki bağrış çağrış sesleri takip edelim. Pubdaki gençlerin eğlencesine akalımı önerdim. Aa! Anında kabul gördü. Ama garsonumuz, pardon, le serveur’ümüz, Fransız aksanıyla rezervasyon iptali paramızı isteriz diye tutturunca oturduk yerimize.

Bir saat geçti. Sadece suyumuz ve şarabımız vardı masada. Su da sparkling su. Soda. Normal su getirin yahu. Bin kez söyledim. ‘Regular water’, diyorum. Servör yüzünü ekşitiyor. ‘Still water’ diyorum. Geliyor. Su bardağımda köpüklü sudan var. Hemen yanında boş bir şarap kadehi. Köpüksüz olanı ona koyuyordum ki servör koşaraktan gelip bana kızdı. Birileri de gelmişti kodaman kodaman. Şarap kadehine su koyamazmışım. Kardeşim sana ne. Yanımdakilere dönüp ‘amma lordlarmış bunlar da’, dedim.

Yanımdakilere hürmet sonsuz yalnız. Şaraptan mı, artık rezil olduk bir kere daha kötü ne olabilir hissinden mi bilemedim. Bir rahatlık var üstümde. Birine, ‘Ne iş yapıyordunuz?’, diye sordum. Masada bir sessizlik oldu. Adam meğerse önemli bir üst düzey bürokratmış. Ne bileyim ben?

‘Ben’ dedim. ‘Hiç bilmem Türkiye’deki önemli insanları. Kusuruma bakmayın’
‘Önemli değil,’ dedi. Kusur bir yana, yüzüme de bakmadı.
Çok da umrumdaydı. Gibi bir şey.
Yani...
Benim umrumda değil ama masadakilerin umruydu galiba. Bu bağlamda dolaylı olarak umrumda olsa iyi olur gibi gelmesi gerekirken yine de olamamasından yana bir sıkıntı oldu bende.

Pazar, Şubat 04, 2007

Penguen

İstanbul’a karlar serpişirken burada yani güneşli ve mutlu Londra’da otel odamda oturası gelmekten başka bir şeyi gelmeyen bir uyuzum. Uyuzluğumdan da bloga yazıyorum. Başka bir şey değil. Çık gez, di mi? Nereyi ve niye? Geç saatlerde otel odamda yığılmaktan baska düşüncem pek az. Son sekiz yılım yollarda geçtiğinden kendimi sokağa atma hevesim de en az o kadar. Az.

Hani kıskançlığım sonsuz ya şu Andlar’daki sümüklü kız çocuklarının çıplak ayaklarını görenlere. Büyük şehirlerin koko otellerinden onlara nispet yapabilir miyim bilemem. Ama onlardan birini burnumun direği sızlayaraktan özlüyorum. Lokmalar da büyük geliyor ayaklarım da ağır. Etrafım bana o kadar aşina geliyor ki zamanın burasında asılı kalmaktan korkuyorum. Senelerce asılı kalmışlıktan birikmiş düğümlerimi hatırlıyorum.

Resimlerine bakıyorum penguenlerle çekilmiş. En az penguenler kadar sevimli, onlardan daha bebi yüzüne. Sanki okula yeni başlamış bir çocuğum. O bebek penguene yapışmak istiyorum. Tıpkı annemin eteği gibi. Önümden kaldırılıp arkama konmasıyla yokolacak sanıyorum. Tıpkı bebeklerin sandığı gibi.

Cumartesi, Şubat 03, 2007

Tartı Telaşı Londra'da

Bilenler bilmeyenlere anlatsın. Ben çok anlattım. Çok da ağladım. Ağladığım için hor da görüldüm. Birçokları için havalı ortamlarda kolayından James Bondçuluk oynuyorum çünkü. Hain bir kurguda başrollerden biri bana düştü. Londra’da, yatırım bankacılarının arasına zembille indim. Dizi dizi minik küplerinin içinde beş ayrı ekranda royterz moyterz grafikler yanıp sönen adamlar ve kadınlar. Ama en çok adamlar. Akşamları yemeğimi yerken ne kadar da kibirliler. Herşeyi bilirler. Ben de biliyorum herşeyi ama benim bir şey bilmediğimi sanmalarına gıcık oluyorum. Özetle az gelişmiş ülkenin az bilinçli şapşalı muamelesine maruz kalıyorum. Eskiden savaşlar verirdim bu gibi hallerde aklımı fikrimi ortaya koymak için. Aklımsıra milli kimliğime laf getirmeme kasıntısı. Bir çeşit eziklik belki. Oturup onlara memleketi Levent-Etiler-Nişantaşı üçgeninden anlatacak değilim. Öyle yapanlara da gıcığım. Sallamıyorum artık. Hıı. Hıı. Whatever. Hava güzel allahtan. Piccadilly’deki koko otelim de güzel. Akşamları beş çayına gelen pinpon teyzeler de. Peki gözleyecek ve dolduruşa getirecek bunca şey varken ben ne yaptım?

Tartı telaşına yenik düştüm tabii ki! Banyomda bir tartı. Aman allahım. Ne kadar dijital. Fütüristik bir tarzı var. Şeffaf camımsı gövdesinin içinden parlak metalik şeritler geçmekte. Markası da Soehnle. Daha önce Soehnle markayla tartıldığımı hatırlamıyorum. Çık bakayım üstüne. Haaah. 66.2. Dur biraz da şu tarafa çekeyim. 64.7. İskandinav çağrışımlı ismine ve cismine baksan işten anlar duruyor ama pek deterministik çıkamadı alet. Hangisi doğru ki şimdi? Sonuca göre minibardaki koko çikolatayı yiyecektim fakat en kötüsüne çalışan aklım yüzünden yemedim.

Akşam Gippi’nin çıtır ve haliyle çok enerjik sevgilisinin peşinden bar bar dolaştım. O alkole vurdu, ben diyet kolaya. Sabah da uyanır uyanmaz spor yapmaya indim aşağı. A, orda da tartı. Kantar usulu. Kaçmaz. 64. Bu bağlamda bir kilo verdim galiba nihayet. Banyo yap, saç kurut, toplantıya yetiş derken öğledensonra olmuştu ama hala yemek yememiştim. Çılgınlar gibi kendimi etraftaki restoranlara attım. Birinden diğerine. Diğerinden öbürüne. Yemek yok! Junk yemiycem diye kastığımdan tabii, yoksa burger olsun pizza olsun gani gani.


Özetle, koskoca Londra’nın göbeğinde aç kaldım. İkibuçukta öğle yemeği servisleri bitiyormuş. Sevsinler. Gözünü sevdiğim memleket. Gözünü sevdiğim Amerika. Otele döndüm. Orada da aynı hikaye. Barmene yalvardım en son. Mutfaktan iki tike tavuk getirdi. Titreyen ellerimle çatalı bıçağı beklemeden Erol Taş misali yumuldum. Abiden meraklı bir ‘where are you from?’ geldi; o tikeler de boğazımda kaldı.