Pazartesi, Şubat 25, 2013

Kalabalık Aile

Amerika’dan döneli neredeyse yedi sene olacak. Yani orada yaşadığım süre kadardır orada değilim. Bazen Amerika’yı özleyip özlemediğimi, döndüğüm için pişman olup olmadığımı soran oluyor. Özlediğim kimi şeyleri olsa da döndüğüm için pişman değilim, diyorum. Bazen orada kalsaydım hayatım nasıl olurdu diye düşündüğüm oluyor ama ‘keşke’ bazlı bir düşünce değil bu. Elimizde olsa da aynı anda değişik ortamlarda hayat sürsek ama işte ömür tercihlerle dolu.

Çıtırlar da hamileler. Çok da heyecanlılar. Bu ilk bebeklerini bekleyen ailelerin heyecanı bana çok şirin geliyor. Dışarda salata yemeyişleri, saçlarını boyatmayışları, kola kahve içmeyişleri, hamile olduğunu bile henüz bilmedikleri o iki haftalık süreçte içtikleri bir kadehten haftalarca endişe edişleri çok naïf geliyor bana. Ben akıl vermeye de bayılırım zaten. Onlara böyle yapmamalarını, rahat olmalarını söylüyorum.

Çıtırlar geçen akşam benle telekonferans yaptılar. Neden Amerika’da doğurmamışım, diye. Bir ara bu konuyu düşünmüştüm ama çok da Amerika lehine artılar toplayamadıım için vazgeçmiştim. Onlara da anlattım bunları detayıyla.

Bir kere Amerika’ya girerken doğurmaya geldiğin anlaşılmasın diye dokuz aylıktan bayağı bir evvel gidilse iyi olur. Doğum iznimi o kadar uzun tutmaya müsait bir iş ortamım yoktu. Çok istesem ortamı yaratırdım ama bu, uğraşı gerektirirdi. Amerika’da doğum pahalı bir işlem ve anne veya bebekte olası bir arıza durumundaki işlemler daha da pahalı olacaktı. Eşim, annem mutlaka yanımda olmak isteyeceklerdi. Annemin vakit problem yok ama Şövalye’nin de işinden uzun izinler alması gerekecekti.

Hepsi bir yana, Amerikan vatandaşlığının tek başına çok da değerli bir varlık olduğuna inanmıyordum. Yirmi sene Türkiye’de yaşadıktan sonra Amerikan vatandaşlığınızla Amerika’ya gittiğinizde size fırsatlar sunuluyor olmayacak ki. Ne okul bedava ne sağlık. Bir vatandaşlık almak isteyecek olsam İskandinav vatandaşlıklarına kasardım. Hem kimileri bana çok tersini iddia etse de Türkiye fırsatlar anlamında şu anda Amerika’dan daha iyi durumda. Bulunduğu yer ve yakaladığı ivme sayesinde de daha da iyi olma ihtimali var. Amerika ise olgun, olmuş yani. Olacak bir şey yok. Bence. Bir de 20-30 sene sonra milliyetin, uyruğun bir önemi olacağını sanmıyorum. Dünya düzeninin globalleşmenin dibine vuracağına inanıyorum.

Düella bir türlü anlamaz zaten benim nasıl oldu da Amerika’da yedi sene kaldığımı. Çok sıkıcıymış çünkü Amerika.
Evet, bence de çok sıkıcı orası. Düella oradaki yıllarıma ‘sürgün’ diyor. O kadar yalnız kalmış ve o kadar sıkılmışım ki orada, içimdeki ıssızlığı dindirmek için çocuk doğurup duruyormuşum. Çünkü çocuk sahipliği de bana konduramadığı bir şey. Bu hırtlığa, bunca realistliğime ve rasyonel kafama uymuyor çünkü.

Bu tespit en doğrusu galiba. İçimdeki ıssızlığı dindirmek için kalabalıklaşmaya çalışıyor olabilirim. Dörde, beşe yaşım izin vermeyebilir ama üçüncü çocuğu bile yapabilirim. Ben etrafımda bıcır bıcır, mıncır mıncır hareket olsun, nefes ve ses olsun severim. Dokuz yaşıma kadar tek çocukken dörder beşer çocuklu komşularımızın evlerine kaçardım. Kaçıp da o çocuklarla oyun da oynamazdım her zaman. Orada durur, izlerdim o evin o hareketini. Kapanmayan sofraları, her daim çalışan çamaşır makinesini, kaynayan çayı, banyoya önce girmek için itişen çocukların sesini. Ben duygusal olmayabilirim ama kontrol altında tutmayı becerdiğim duygularım var yahu. Onlara dokunmayı beceremiyorsam da seviyorum insanları yahu.

Çarşamba, Şubat 13, 2013

Cadıların Saati

İki çocuklu hayat zor. Şimdiye kadar bununla ilgili çok şey söylenmiştir. Bir de ben uzun tekrar etmeyeyim. Kısa tekrar edeyim: İkinci çocukta insanın genişlediği ve her ağlamayı, kusmayı bir drama çevirmemeyi öğrendiği doğru. Bir çocuk hiç çocuk, iki çocuk çok çocuk lafı da bayağı bir doğru.

Bizim durumumuzda, iki çocuğun aniden ‘çok’ olmasının sebebi birinci çocuğun etkisini aniden üç çocuk etkisine çekmesi. Gerçek hava sıcaklığı ile hissedilen sıcaklığın farklı olması gibi, baksan Jelibon bir tane çocuk ama üç çocuğa bedel bir hissi var. Görünüşte Planters’I kıskanmıyor gibi. Yani kıskançlık diyince bizim aklımıza kardeşlerin birbirine kötü şeyler yapması geliyor belki de. Öyle bir şey –en azından henüz- çok şükür yok. Ama Jelibon haftaiçi öğlene kadar yuvaya gitmesine ragmen sahnesi çoğaldı adamın. Bir kere her şeyi istiyor. İstediği önüne geldiğinde onu istememiş olduğunu iddia edip başka bir şey istiyor. Tuvalete gitmek istemiyor ama bez takmak da istemiyor. Sıklıkla ortalığa çiş yapıyor. Yuvaya başlayan her çocuk gibi sık sık hastalanıyor. Sonra da hastalıkları bebeğe taşıyor.

Planters, Jelibon’un yuvadan getirdiği virüsler sayesinde hep hırıltılı nefes alıyor. Burnu hep fırk fırk. Buna ragmen kuzu bir bebek. Pek sesi çıkmıyor ama akşam saatlerinde kolik denen garip, tanımsız sancı sebebiyle bağırmaya başlıyor. İki saat kadar ikna edilemez biçimde o bağırırken Jelibon iyice ele avuca sığmamaya başlıyor. Sahnesi üç katına çıkıyor. Yorulmuyor. Amerikalıların ‘witching hour’ dedikleri bu akşam 6-8 arasının adını ben de ‘cadıların saati’ koydum. Bütün kötü ruhların ortalığa döküldüğü saat. Cadı da ben oluyorum. Bağıran, tehdit eden. Saçları dağınık, üstü başı pejmürde. Ama cadı dediğinin bir sopası, bir iksiri falan olur. Bende onlar da yok. Kendim çalıp kendim oynuyorum. Beni kaale alan yok. Kulağım kapıda. Şövalye gelse de Jelibon’u başımdan alsa diye bekliyorum. Şövalye de evdeki bu kaostan kaçıyor zahir. İşleri bahane edip eve gelmek bilmiyor.

Bu saatlerin üstesinden kazasız belasız gelmek için neler yapılabilir diye –tabii ki yine- araştırma yaptım. Buna göre:

1. Akşam yemeği için birinden yardım alın, deniyor.
Akşam yemeği hazırlamak ne demek ki? Bizim akşam yemeği yediğimiz yok zaten. Ayak üstü kurabiye, bisküvi yiyorum. Şövalye eve geç geliyor. Gelse de sebze yemez. Ben et yemem. Jelibon hiçbirini yemez. O yüzden yemek olayını salladık bitti.

2. Sakin bir müzik çalın, deniyor.
Oldu. Çaldığım her müzik Jelibon tarafından susturuluyor ve ipad’den Gangnam Style ile değiştiriliyor. Günde 57 kez Gangnam Style dinlemezsek rahat etmiyoruz. Dinlemek neyse. Bu şarkıyla dans ediyor ve ben de dans etmeden rahat etmiyor.

3. Çocuğunuza kesintisiz ilgi gösterebilmek için yemeğini yardımcınız yedirsin, deniyor.
Jelibon yemek falan yemiyor valla. Günde bir kutu süt, bir kruvasan ya da süt dilimiyle yaşıyor. Ona yemek yedirebilen kafaya trilyonluk ödül koyucam.

4. Eve erken gelen ebeveyn çocukla oynarken diğeri yemek yapsın, deniyor.
Şövalye eve geceyarısı, çocuklar çoktan uyumuşken geliyor. Yemek de zaten yapmıyoruz, demiştim.

5. Çocuklar sussun diye ‘tıp’ oynayın, deniyor.
Böylece hem evde huzur olurken hem de eğlenceli bir oyun oynarmışız. Bu heralde daha büyük çocuklar için geçerli. Jelibon asla susmuyor. Planters da kolikli bebe. Tıp oynayamaz.

6. Ailece romantik yapın, deniyor.
Mum ışığında yemek yiyeymişiz. Jelibon mumları illa söndürür. Onun için mum demek ‘iyi ki doğdun’ demek. Onun ha bire söndürdüğü, benim de ha bire yakıp durduğum bir deli aktiviteden başka bir şey çıkmaz bundan.

Bir kere daha anladım ki kitaplar yalancıymış. Bu işin çözüm yolu da sabırla zamanın geçmesini beklemekmiş.