Pazartesi, Temmuz 30, 2007

Aileyle Tanışmak

Birazdan Şövalye'yle Adana'ya gidiyoruz. Şövalye Peder'in elini öpücek. Ön kız isteme seremonisi yaşanacak. İyi niyet sembolü madlen çikolatalarını sunacak. Lakin annesi ona Bebek'teki badem ezmecisinden kilosu trilyon olan badem ezmelerinden almasını söylemiş. Hani bir İstanbul dokunuşu da olsun diye. E, bizimkiler sevmez ki badem ezmesi. Ben de sevmem. Ne Bebek'tekiniiii ne Emek'tekini. Anne Şövalye ona güzel giyinmesini ve traş olmasını da salık vermiş. Ya boşver dedim. Zaten hava 42 derece. Ne Bebek'e inecek takat var ne traş olacak ne güzel giyinecek. Öyle gel. Bizimkiler takmaz, diyorum. Pek inanmıyor. Kuşkucu yaklaşımı devam etmekte.

Şövalye aristokrat aileden beyaz bir oğlan. Türkler ne kadar aristokrat olabilirse o kadar, elbet. Yalnız var işte ailesinde sefirler, paşalar, eski İstanbulluluklar. Anadolu'ya ancak dağa çıkmaya, motorsiklet turuna, yamaçtan uçmaya gitmiş. Endişelerinde haklı mı ne? Anacım, haftalardır bunu korkutmuşlar. Adanalılar şöyledir, Adanalılar böyledir diye. Hepsi de hırt kırt şeyler. At, avrat, silah üçlemesini slogan yapmış bir babadan tutun, kızına yamuk yapılırsa peşine salınacak Conolar'a kadar. Evet ya, Conolar! Bilir misiniz Conoları? Ben bilirdim de unutmuşum. Çok yıl oldu hikayelerini duymayalı. Şövalye sordu geçen gün arabada. Siz Cono musunuz, diye. Neee, olmuştum. Sen nerden biliyorsun? İş arkadaşlarından duymuş. Aşiretmiş. Belaymış.

Conolar, aslında Çingenedirler. Mübadele yıllarında Romanya'dan, alın bunlar Türk diye bize çakılmış bir aşiret. Conolar köken olarak Çingeneler ancak Çingenelerden farklı bir yaşam tarzları vardır. Kendi içlerinde kuralları vardır. Tam Çingene değiller, tam da saf değiller; bir karışımdırlar. Saf Çingenelerde hırsızlık yoktur ve belirli bir inançları vardır. Çoğunluğu cahil değil, okuma yazma bilir ancak Conolar için hırsızlık bir yaşam biçimidir. Conolardaki evlilikler de Çingenelerinkinden farklı. Çingeneler mesela asla küçük kız çocuğunu evlendirmez. Conolar 9 yaşına gelmiş kızlarını evlendirebilir. Conolar şehirlerde ve yerleşik bir hayat sürerler, kendilerine özgü bir dilleri vardır. Çingeneler geldikleri bölgelerin dilini konuşmalarına karşın Conolar Bulgarca–İngilizce–Türkçe karışımı farklı bir dil konuşurlar. Tam bir haydutturlar. Geçenlerde bizimkilerin bahçesinde, bekçinin oturduğu evin damından güneş enerjisinin deposunu ve solar panellerini söküp bir güzel pikapa yerleştirirken yakalanmışlar. Bekçi pikaptan aletleri indirtir. Bir depoya kilitler gider. Birkaç saat sonra döndüğünde deponun kapısı kırılmıştır ve enerjinin yerinde yeller esmektedir. Bir keresinde de iyilik olsun diye yol kenarında bekleşen Conoları traktörüne alır. Römork kısmına doluşan Conolar gidecekleri yere kadar giderler. İndiklerinde bekçinin evine erzak olarak aldığı çayı, şekeri, mercimeği falan da götürmüşlerdir. Conoların çoğunun kimliği yoktur. Okula, askere falan gitmezler. Devlet bulduğu yerde bunları kimlik sahibi ediyor aslında. Buldukları yer de çoğu zaman karakol elbet. İlk kimliklerini, vatandaşlık numaralarını falan nezarette alıyorlar yani.

Neyse işte, ben de bozmadım durumu. Evet, dedim. Yamuğun olursa salarım Conoları peşine. Hazır korkmuşken biraz elimi kuvvetlendirmekte fayda var.

Salı, Temmuz 24, 2007

Nerden Başlasam, Nasıl Anlatsam?

Anlatacak şeyler birikince birikintileri toplayıp ve ortaya yanar döner meyve salatası yaptırmak konusunda çok başarısızım. Empresyonist tarzım bu kadar aksiyonu kaldırmıyor. Bir kısmınız Bodrum tatilimizi merak ediyor, kiminiz nişanlılık-sözlülük hallerinin neticesini. Arada inanılmaz yoğun iş günlerim oldu. Yani nereden tutsanız ayrı bir macera. Hiçbiri de heyecanlı değil. Böyle okuru kucaklar da bambaşka hislere uğratır cinsten değil. Şurada özetini geçeyim de sonradan detaylandırırız elbet.

Bodrum tatilimiz tam bir faciaydı. Bu kadar hatun, hepsi de aynı dönemlerde PMS olunca paso birbirimize kıl olup uyuz uyuz oturduk. İkizlere hamile de vardı, manitayı yeni terketmiş olanı da, yeni terkedilmiş olanı da. Uzun süredir evlenecek kız arayanı, iş konusunda kafası karışık olanı, bir Kanadalı, iki gay, bir nişanlı-sözlü (ben) ne ararsanız vardı tatil ekibinde. Yonc'un finansal anlamda başarılı ve fakat eğlence ve dinlence anlamında başarısız rezervasyonuyla gittiğimiz all-inclusive aile otelimizde huzuru bulamadık. Yerine birkaç kilo göbek yaptık. Gündüzleri etrafımızda çoluk çocuk gürültüsü eşliğinde tatil yapan ve snack bar'da önümüzü kesen Türk ailelerine kıl olduk. Bir akşam Bodrum'a indik. Eğlenen eğlendi. Bar tepelerine çıkıp oynayanımız da oldu, dağıtıp yumruk atanımız da, taksiden düşenimiz de. O anlamda 15 yıldır bir değişiklik olmadı fakat ertesi gün toparlanamadık. İki gece üst üste rezilce eğlenemedik. Bünye kaldırmadı. Düella artık orta yaşlı olduğumuzu iddia etti. Orta yaş'ın tanımına dair anket yaptık. Herkes 45-50 dedi. 10 yıl önce bu tanım 35 iken bu yıl barı yukarı çekmişiz. Kendimize orta yaşı kondurmama hali. Hem kel hem de foduluz.

Tatilin iyi kısmı şuydu ki en azından özgüvenimiz zedelenmedi. Geçen yıl Türkbükü'nde 18'lik taş ve de süslü medyatik sosyetik tipler arasında çok ezilmiştik. Bu sene en azından ilk gün daha bir bakımlı, alımlı, özenliydik. Sonraki günler gittikçe saldık. Pijama donumuzla havuzbaşındaki aynı metal görünümlü plastik masada çay, kahve, kola, bira, çekirdek çitleterek ve de iyice kendimizi salarak koca bir hafta geçirdik. Tatilin diğer bir iyi kısmı da nostaljinin bizi hüzünlendirmemesiydi. 'Kaç kişiydik o zaman? Bak, kaç kişi kaldık şimdi?' gibi bir durum yok. Büyüme hızımız müthiş. Churn neredeyse sıfır.

Ben tatil boyunca hep sustum. Özlem bir vakittir bende bir tuhaflık seziyor. Sebebini ben de bilmiyorum. Konuşasım yok. Yazasım da yok. Yoksa yoğunluk falan tomas buralara içimi dökmek için. Neden acaba? Yonc komplocusu Düella'nın da benimle çok vakit geçirdiğinden suskunlaştığını iddia ediyormuş sağda solda. Bizi kıskanıyor. Düella'nın en iyi arkadaşlığından uzaklaştırıldığı için. Zaten ekipte herkes birbirini kıskanıyor, birbirine feci laf sokup feci de uyuz oluyor ama bir yandan birbirini delice de seviyor. Tam bir aile sendromu.

Perşembe, Temmuz 12, 2007

Yazariniz tatilde

Birkac gundur Bodrum'da 10 kanka tatildeyiz. Pazartesi'ye kadar yazilarima ara veriyorum

Pazartesi, Temmuz 02, 2007

Kara Kutu'dan Pandora'nın Kutusu'na

Bir haftadır çekmecede sakladığı kutuyu cebine koyduğunu gördüm. Beyti’ye giderken cebindeki kutu ebatlarındaki kabarığı da. Erol Taş misali pirzolalarımızı dişlerken kutudan yüzük çıktı, onunla evlenir miyim, diye sordu. Evlenmeden beraber oturamayızdan ucu açık beraber olamayıza, en nihayet hiçbir türlü beraber olamayıza uzanıp ha bire ayrılmaya kalkışınca çocuktan ister istemez bir climax'e ulaştık. İttir kaktır benim de bir yüzüğüm oldu yani.

Önce uzun süre bakamadım. Sonra yağlı parmaklarıma geçirdim tek taşımı. Yan masada 15 kel amca, bilekte taşınan cüzdan-çantalar masada Toyota Camry’nin yeni modelini tartışmakta. Haliyle pek romantik olamadık. Zaten bana “bissürü tontonumuz olsun, hayat boyu hiç çalışmadan mıncır mıncır yaşayalım” da dedi. Tembel duası gibi hiç çalışmama temennisi neden araya sıkıştırılıyor, anlamadım. Java’yla Özlem başta olmak üzere ha bire hesap yapıyorlardı geçen gün. 50 bin dolarla ömür boyu çalışmadan geçinebilmenin yolunu bulmuşlar. Ömrün sınırını nereye koydular, NPV’deki discount rate’i ne aldılar bilemedim ama pek ufak bir hayatı hedefledikleri kesin.

Sonra Şövalye Bodrum’a gitti. Hem tonton yeğeniyle mıncıracak hem de aileye durumu bildirecek. Ben de Merkür geri hareketliyken yeni bir taahhütte bulunmak iyi olmaz diye yüzüğü takmadım. 9 Temmuz’a kadar beklemek lazım, dedim. Ama sonra araştırdım ve öğrendim ki taahhüdün planı geri hareketten önce yapıldıysa okeymiş. Haa, diyip taktım artık yüzüğü Pazartesi işe giderken. Hoydaa. Millet soruyor:

İş arkadaşı: Nişanlandın mı?
Hafiye: Evet.
İş arkadaşı: Ne zaman?
Hafiye: Haftasonu.
İş arkadaşı: Ee, aileler, merasim falan? Adana’da mıydınız?
Hafiye: Yok. Abi yüzük çıkarıp teklif etti. Ben de kabul ettim.
İş arkadaşı: Aaa, o nişan sayılmaz ki.
Hafiye: Höö?

Bu diyalog o kadar tekrarlandı ki ben artık hiiiç bir şey anlamaz oldum. Nişan aileler bir aradayken alyanslarımızın arasındaki kırmızı kurdelenin makas darbesiyle ayrılmasına denirmiş. Kimi bizimkine ‘söz’, diyor. Sözlüsünüz siz. İyi peki sözlü olalım. Peki sözlüyken bu yüzüğü takmamalı mıyım? Sorun yokmuş, takabilirmişim.Akşam Çıtır’a anlattım telefonda. O da çok batılı olduğumuzu, sözlü bile olmadığımızı, söz denen şeyin kız istenmesinden sonra yaşanan minik kutlama olduğunu söyledi.

Ben de Şövalye’yi kıstırdım. Yaaa. Ben nişanlandık sanıyordum. Kandırdın beni. Sözlü bile değilmişiz, dedim. Amerikalılığımdan faydalandın. Orda teklifli yüzük nişandır. Ben bu yüzüğü menem bir şey sandım. Ne zaman nişanlanıcaz o zaman, dedim. Ben görenek cahili, o da şaptisi. Yeter yahu, dedi, kaçtı gitti. Her ne için olursa olsun gün ayarlamak stres yapıyor abide. Ya ben, yani biz, yani bütün bunlar, ne demek oluyor? Biz neyiz allaaşkına? Bu nasıl zımbırtılardır yahu? 'Biraz hamileyim', gibi bişi. Muğlak, muallak. Cinnet kokan gelişmeler. Hiç Hafiyelik işler diil. Bu kutu Pandora'nındır artık.

Pazar, Temmuz 01, 2007

Uykusuz Her Gece

Cumartesi geceyarısı gibi Çıtır pansiyondan giderken ona sözler verdim ertesi gün beraber koşarız diye. Düella hiç hoşlanmadı bu konuşmalardan. Çıtır gittikten sonra da oturduk Bodrum’daki ünlülerin selülitlerini seyrettik. Bülent Ersoy’un çıtır yarışmacı Armağan’la nişanlandıklarının ispatı gizli kamera görüntülerini ‘az sonra’, ‘az sonra’ anonslarıyla bir saat kadar bekledik. Zaten ‘az sonra’ derken gösterdikleri kısacık anlar kadardı haberin aslı da. Biliyorduk özetiyle esasının aynı olduğunu ama olsun, gene de bekledik. Daha doğrusu ben beklemişim. Düella uyuyakalmış. Ben farketmemişim. Magazin programı bitip de başka bir program başlayınca televizyonun sesi aniden yükseldi. Kısayım diye Düella'nın elindeki kumandayı çekerken uyandı. Yataklarımıza yollandık.

Abla taşınmış yeni renove evine. Ben de Abla’nın eski, yani aslında benim eski, daha doğrusu Yonca’nın eski yatağına gidip yattım. (Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?) Tam dalmak üzereydim ki ‘kalk dediiiim’ diye bir ses. Aniden gözüme giren lamba ışığı. Hmmmppff. Pufff. N’oluyooo? Gözümü bir açtım. Shakira kemeri takmış. Beline de 1800’lerde kovboyların kullandığı cinsten pompalı bir oyuncak silah. Bizimki şakır şakır şukur şukur göbek atıyor. Televizyon karşısında uyurken uyandırılırsa sabaha kadar uykusu kaçıyor bunun. Biliyordum ama kumandaya uzanmam şarttı. Pişmanım.

Oturduk. Kiraz yedik. ‘Parmak İzi’ diye bir sabaha karşı programını seyrettik. Gerçek törkiş cinayetlerin canlandırmalı hikayeleri. Cinayetleri işleyenler de, rastgele değilse kurbanlar da süper şaptiler. Yani. Kızın biri manitasına kendi evlerini soydurup annesini öldürtüp altınlarını çalıp manitayla beraber İstanbul’a kaçmayı planlıyor. Yahu bu durumda ilk şüpheli kim olur? Anne ölmüş. Altınlar yok. Kız manitayla kayıp. Hayır, kaybolup yurtdışına falan kaçıyor da değiller. İstanbul’a gidiyorlar. Hiç polisin aklına gelir mi kızdan şüphelenmek? Yok canııııım. Hani gönül isterdi ki bir Law & Order, bir CSI kompleksitisinde ilerlesin de bir haz versin. Şapti gibi de yakalanıyorlar anında. Özlem’le sabaha kadar oturup izlediğimiz bu ilkel cinayetlerin kurgularını geliştirerek ‘perfect murder’ haline getirdik, rahatladık.


Şövalye köşeyi döner dönmez özüme döndüğümü söyledi. Özüm, pansiyonda bir koltuğa konuşlanıp sabaha kadar oturup birbirinden alakasız muhabbetler üretmek yani. Konuştukça azalır acılar.