Salı, Mayıs 31, 2011

Antidepresan Kafası

Acıklanmalarım ve öfkem çoğalınca çevremin baskılarıyla doktora gittim. Postpartum depresyon tanısı konuldu ve antidepresana başlatıldım. Önce hemen başlamadım. Bekledim. Bir kere ben makul olan şeyler söylüyordum. Siz benim sesimi kesmek istiyordunuz. Bu ilaçlar, bana yapıştırılan yeni etiketler doğrultusunda yaşamamı ve evde oturmaktan zevk almamı mı sağlayacaktı? Ben ilaç içince babası çocuğunun bakımını da üstlenebilecek, annem yumuşayacak ve yardımsever bir insana mı dönüşecekti?

Yooo. Hiçbiri olmadı. Ben her ikisine de burnumdan gelen lohusalığın acısını çıkarttım. Her fırsatta da çıkartmaya devam ediyorum.

Kocamın salladığını sanmıyorum. Ne yapmaya çalıştığımı anladığını sanmıyorum bir kere. Bir kinaye varmış, kafasına kakılan bir şey varmış. Fark etmiyor. Anlasa da unutuyor on dakika içinde. Cache memory’si çok zayıf onun.

Annemin üstüne gidersem ağlıyor, duygu sömürüyor. Sustuğum dakika ama aslında haklı olduğunu anlatmaya başlıyor ki cinnetim çoğalıyor.

Öyle böyle derken Lustral bende kafa yaptı. Tam bir koy totosuna modu. Herkesi tolere ediyorum. Böyle bir ‘senin ne mal olduğunu biliyorum ama hiiiç uğraşamıycam’ hali.

Trafikte bir saati geçirdiğimde bu ‘çok merkezi’ evimizden de bu hayattan da nefret ettiğimi bağıra bağıra ağlarken şimdi üç saat geçirsem bana mısın demiyorum. Trafiğin yumak haline geldiği Mecidiyeköy cehenneminde arabalarımızın sürtünmesine ramak kalmış halde yan yana durduğum şoförlerin süzgeç bakışlarına ‘Neye bakıyorsun, kardeşim? Al bak, kol’ diyip kolumu uzatarak cevap veriyorum. Sonra da kahkidi gülerek burunlarını sokamasınlar diye önümdeki aracı kılı kılına takip ediyorum.

Artık şu kamyon gelse bana çarpsa da bütün bu eziyet sonlansa diye düşünmüyorum. Bilakis, onu bunu yemeyip 120 yaşına kadar yaşama yöntemlerini okuyorum.

Eğleniyorum da. Canım aleme çıkmak istiyor. İçim kıpır kıpır. Beni de aleme çağırsınlar diye Düella ve Yonc’un ağzının içine bakıyorum.

Akşam yemeğinde Şövalye yine yemek yapamadığımdan dem vuruyor. Ehhhh, çekiyorum.

Tepkime kızıyor. Benimle de hiç konuşulmuyormuş canım. Ne varmış, yemek yapmayı neden aşağılıyormuşum, neden öğrenmeye çalışma ihtiyacı duymuyormuşum.

Diyorum ki senelerdir oturuyoruz yemek yapmadın, kalkıyoruz yapmadın. Bıkmadın mı? Aç mı kaldın? Maaşallah semirip duruyorsun.

Hem aşağılamıyorum. Bilakis, yemek yaptım. Yaparım da. Ama sen benim pişirdiğim sebze yemeklerini yemeyip yine her halükarda sosisli sandviç yiyorsun. Ben de bu durumda yemek yapmayı gereksiz buluyorum.

Kaldı ki yapmazsam da yapmam. İhtiyaç duymadığım şey bir tek bu değil ki. İsveççe de öğrenme ihtiyacı hissetmedim mesela şu hayatta. Neden her akşam bana neden İsveççe öğrenmediğimi sormuyorsun da yemek yapmadığımı soruyorsun?

Bu mantığa hiç girmedi. Onun yerine duygularından bahsetti. O bir şey diyormuş, ben bir şey. İkinci iletişim paslaşmamızda ben mutlaka öfkeleniyormuşum.

İlacımı almayı mı unutmuşum yoksa?

Aile içi şiddete karşı anlayış göstermek üzereyim.
Yürü git ama di mi?
Yok. Oturup açıklıyorum ısrarla.

İlaç beni irrasyonel yapamıyor maalesef. Ortada makul olmayan bir şey varsa hala makul olmadığını anlayabiliyorum.

Sen antidepresanı afyonla karıştırdın herhal. Beni de zaten depresyona sokan sensin.
Bıdı bıdı. Vıdı vıdı...

Perşembe, Mayıs 26, 2011

Babasının Oğlu

Geçen yazıma yorum bırakan Adsız’dan çocuğumu anne bağımlısı yetiştirmemem üzerine bir yazı sipariş geldi madem yazıyorum:

Jelibon anne bağımlısı bir çocuk değil zaten. Teknik olarak bu pek mümkün de değil. Ne ben onu ‘yavruuum’ yapıp bağrıma basıyorum ne de uyurken ağlamasın diye değişik usullerle sallıyorum. Gerekirse uyumak için ağlıyor. Cicibebeli mamasını talep ediyor fakat aç kalmaktan bıkınca sebzesini yiyor. ‘Hayır, Jelibon!’ diye bağırıyorum. Put oluyor. Kabloya yaklaşmıyor.

Ben ne zaman bunları yapsam Şövalye ortalıktaysa yetişip bana küfür kıyamet dalıyor. Oğluşunu benden ‘kurtarıyor’. Allahtan işini değiştirdi, yeni işi de çok meşakkatli de işkolik olmak zorunda kaldığından evde fazla dolanmıyor. Yine de ortamdaysa Jelibon’un her isteğini yerine getirmek misyonundan pek ödün vermiyor.

Sonuç: bilinenin tam aksine, babasına düşkün bir oğlan.

Jelibon babasının sesini dahi duyduğunda elektrik çarpmış gibi hareket etmeye başlıyor. Bağırıp çağırarak sese ulaştırılmayı talep ediyor. Her ne pahasına olursa olsun babasının sesine doğru emekliyor ya da sürünüyor.

Geçen gün yorgun argın işten dönen Şövalye, akşam yemeğini kucak tepsisine koymuş, salonda yemek yemeye koyuldu. O ana kadar salondaki oyun alanında sakin sakin oynadığım Jelibon psikopata bağlanıp Şövalye’ye doğru emekledi. Şövalye’nin dibine gidip ayaklarına kapandı. Yeri yumruklaya yumruklaya ağlamaya başladı. İstiyordu ki Şövalye onunla oynasın. Onu yürütsün, zıplatsın.

Çok aç olan Şövalye ne yapacağını bilemedi. Yardım isteyen gözlerle bana baktı.
“Ben anlamam” dedim. “Sen yaptın bunu böyle. İlgilenmek de sana düşer ”

Komik bir ciddiyet takınıp baş parmağını tıpkı benim Jelibon’a yaptığım gibi salladı. “Hayır Jelibon” dedi. Üstüne de kahkaha attı.

Jelibon da çok anladı. Avazını artırdı. Şövalye Jelibon’u kucağına aldı.

Ama Jelibon’un derdi kucak değildi. Kanepenin bir ucuna bırakılmış kucak tepsisindeki yemeği mıncıklamak istiyordu. Şövalye kıyamadı, tam yemeğini Jelibon'a mıncıklatacaktı ki kaptım oğlanı elinden, yatak odasına götürdüm.

Koridor boyunca bağırdı ama önünde iki oyuncağı birbirine vurdum. Nay, dedim. Noy, dedim. Sustu.
Babası da yemeğini yedi.

Benim aslında iki çocuğum var diye size de söylemiş miydim?

Çarşamba, Mayıs 25, 2011

Deli Eder Adamı Bu Denge

Jelibon büyürken neyi nasıl yaparsak adamın karakterine katkısı, etkisi olur diye konuşurken hep kendi çocukluklarımızdan örnekler çıkarıyoruz Düella ve Yonc’la. Baskılardan özgürlük isyanları ve düşkünlükleri, serbestlikten de topluma aykırı haller tavırlar çıkmış anlaşılan. Hep denge gözetmek şart. Hayat dengede kalmaya çalışmak üzerine yorulmaktan ibaret. Dengeli beslen. Dengeli davran. Dengeli çalış, evine de işine de vakit ayır. Say say, bitmez.

Yonc küçükken yaşadıkları lojman kampüsünde adeta yabani bir kuş misali yaşamış. Salınmış çayıra. Gündüz çalışan ebeveynler akşamları da alemci olunca bizimki tek başına ve fakat bir o kadar da kural tanımaz oluvermiş. Bütün yazını sahilde geçirirmiş mesela. Ya da ağaç tepelerinde. Bazen sabaha kadar bahçede, sokakta.

Oysa Düella denize gidemez; ancak zar zor komşularının 20 yaşındaki aklı başında kızıyla, kısıtlı vakitlerde gidebilirmiş. Hava kararmadan evde olmak zorunda kalır, karanlıkta dışarıda olabildiği tek gün olan Hıdırellez’i iple çekermiş. Düella bu yüzden kapalı ortamlarda tek başına yapılan faaliyetlere yönelmiş. Kitap okumuş, düşünmüş, felsefe yapmış. “Ben de denizde olsam Yonc olurdum. Oturup kitap okuduğum için ben oldum,” diyor bugün.

Ben Yonc’a imreniyorum. Düella da öyle. Yonc kadar iştahlı yaşıyor ki yaşadıklarını. Tıpkı Erol Taş’ın filmlerinde koca bir kuzu budunu eliyle evirip çevirip hapır hupur yiyişi gibi hazla geçiriyor günlerini. İlla mutluluk olmak zorunda değil. Yaşadığı öfkeyse öfke, nefretse nefret. Öyle sulu sulu ısırıyor ki duygularını, kan kırmızı karpuz gibi. O kadar ki, benim de canım öyle öfkelenebilmeyi çekiyor.

Arabasını cart diye park ediyor bir kapının önüne mesela. Pasaja girip işini halledinceye kadar dursun, ne var, modunda. Kapının önündeki dükkan sahibi aracını bekliyormuş meğer. Kendi özel yeriymişmiş. Ne fark eder, Yonc kendisini ikaz eden adamın yüzüne dahi bakmadan yürüyor gidiyor. Döndüğünde bir bakmış benzin kapağı kırılmış ama bizimkinin inadından bir şey yitmemiş.

Nüfus dairesinde yeterince hızlı çalışmayan memurların müdürüne şikayet edip bütün ofisi karmaşaya boğuyor. Onun işini mecburen yapmak zorunda kalan taze zılgıt yemiş memurun yangınına da körük tutuyor. "Hemen basma. Önce bir örnek çıkart bakalım, bakıcam. Öfkeli olduğundan hata yapabilirsin. Doğru yazdığına emin olmalıyım" diyor. Sinir krizi geçiren memur, kaşı gözü oynayarak eline veriyor yeni nüfus cüzdanının metnini. Soy adında bir harfi fazladan yazmış. “Hah”, diyor Yonc. “Bu yanlış. Demedim mi sana? Hadi düzelt bakiym”. Memur düzeltip tekrar uzatıyor. Olmuş mu, diye sorarak. Yonc da “Aferin. Demek önüne konan şeyi yaza da biliyorsun” diye cevap veriyor. Neyse ki dayak yemeden uzaklaşabiliyor ortamdan.

Patronuna hönkürdeyerek cinnet yapıyor düzenli olarak. Adamcağız gözümün önünde ona ‘biz seni çok seviyoruz Yonc’ diyor. Sonra dönüp bana açıklıyor. Düzenli bunu ifade etmesi gerekirmiş Yonc’un gazını almak için. Herkes onun huzuru için seferber.

Geçen gün bir ufak hadise daha çıkardı. Yonc ve Düella beraber bir uzak ülkeye seyahat etmek üzere anlaşmışlardı ama birçok kişiden o uzak ülkenin aslında bir numarası olmadığını duyan Düella vazgeçsek mi diye konuşurken Yonc ayağa kalkarak yıldırım hızıyla ortamı terk etti. İstediği şeyden mahrum kalma ihtimali de neyin nesiydi? Düella zaten terso tipleme. O da ona highway çekti. Önce dövdü, sonra sevdi. Ertesi gün gönlünü aldı. Oysa Yonc bana 19 Mayıs’ı uzun tatil haline getirip beraber bir yerlere gitme vaadi vermişti. Bakıcımızı bile buna göre ayarlamıştım. Bir yere gitmediğimiz gibi Yonc telefonlarımı bile açmadı. Benim tepkim birkaç cümlelik sakin sitemle kaldı.

Özetle, dengeli bir tip olunca da sıkıcı oluyorsunuz. İtirazınız bile tepkilerinizin makullüğü yüzünden kayda alınmıyor.