Perşembe, Aralık 29, 2011

Değişken Disiplin Yöntemleri

Jelibon’un oyuncaklarını doldurduğu bir sepeti var. Aslında o bir oyuncak sepeti değil. Kalabalık odası ilan edilen pencerelenerek kapatılmış balkonumuzda bir gardrop var. O gardrop yetmiyor kalabalığımıza; tepesine taşıyoruz. Taştığımız şeyleri öyle torbaların içinde tutmak yerine şık şık tıkıştıralım dediğimiz için aldığımız koli sepetlerden biri.

Jelibon işte sabah gözünü açar açmaz o sepete koşuyor. Sepeti ters çevirerek hepsi en ufak parçalarına ayrılmış lego ve şekilli zımbırtı ağırlıklı oyuncaklarını yere döküyor. Sonra da sepetin içine oturuyor. Kendisi sepetten iri ama bir şekilde sıkışarak içine yerleştiriyor totosunu. Sonra da oturduğu yerde bir ileri bir geri totosu üstünde zıplıyor. Tıpkı şu çuvalların içine girerek zıplayarak ilermeye çalıştığınız oyun gibi. O da totosunu sepete sıkıştırıp zıplayarak ilerlemeye çalışıyor. E, yapamıyor ve sıklıkla sepetle beraber devriliyor. Belden aşağısı da sıkışık olduğundan usturuplu düşemeyip kafasını gözünü vuruyor bir yerlere.

İşte böyle garip biçimlerde kendini tehlikelere atıyor Jelibon. Ben de bu tarz oyunları yasaklıyorum ona. “Hayır, Jelibon. Sakın!” diyorum işaret parmağımı havaya kaldırıp.

Öyle kalıyor bir ayağı havada, sepetin tam üzerinde. Gülümseyerek azıcık içine sokar gibi yapıyor. SAKIIIN, diyorum. Geri çekiyor.

Geçen gün Kardeş Hafiye (Şibu) vardı bizde. O zaten Şövalye’yle büyük kafadar. Ne olacakmış canım, ben de amma ota moka hayır diyormuşum. Çocuğun ruhunu sıkıyor, onu gereksiz cenderelere sokuyormuşum. Jelibon’u psikopat yapacakmışım falan, uhuuu, bir dünya bıdıbıdılandılar tepemde.

Mutfağa gitmiştim. Bir döndüm ki salona. Ne göreyim? Arkamı döner dönmez izin vermişler Jelibon’un sepet oyununa. Adam mutlu mutlu zıplıyor sepetiyle.

Aman demeye kalmadan, hacıyatmaz olamadığından sepetle devrilerek kafasını yere gümletti bizim oğlan. Güüüm. İki saniye sessizlik. Sonra tıksırmaya benzeyen bir ses çıkıyor boğazından. Nefes alıyor Jelibon ki bağırmaya güç toplasın. İki saniye kadar daha sonra da uaaaggghh diye ağlamaya giriş.

Gerçekten ‘ben demiştim’ demeyi sevmiyorum artık. Ben var ya ben, herhangi bir konuda haklı çıkayım diye sabahlara kadar damarlarımı şişire şişire tartışabilen ben, bu konularda artık haklı çıkmak istemiyorum. Bu tıpkı Kasparov’un ömründe satranç oynamamış biriyle maça oturmasına benziyor çünkü. Adama challenge’ın tadını bile yaşatmıyorsun.

Musibetle konunun vahametini kavrayan Şövalye, ağlayan oğlunu yerden kaldırdı. Jelibon iki dakika sonra sustu. Üçüncü dakikada yine sepete girmeye çalıştı. Bu sefer sadece Jelibon değil, Şövalye’yle ikisi birden onay almak için gözlerini bana çevirdiler. Şövalye’ye ‘yuh artık’ bakışı fırlattım. Şövalye de döndü çocuğa, “Olmaz, Jelibon. Yok. I-ıhh. Şimdi olmaz,” dedi. Parmak sallama eşliğinde sert bir ‘hayır’dan anlayan Jelibon babasını sallamadan oturdu sepete.

Şövalye bu sefer müdahale edip onu sepetten çıkardı.
“Duruma göre, Jelibon. Duruma göre. Zıplamadan oturabilirsin mesela. Anlaştık mı?”
Jelibon hiç anlamamıştı. Sadece kafası karışmıştı. Bu da ağlamaya kaldığı yerden devam etmesine yetti.

Çarşamba, Aralık 14, 2011

İlk Kelimeler

Önce emiyor mu, sonra yürüyor mu, derken şimdi de herkes buna kilitlendi. Jelibon konuşabiliyor mu?

Hayır, hala konuşamıyor efendim.

‘Anne’ bile demiyor. ‘Anne’ hadi fonetik olarak zor bir kelime ama ‘baba’ da demiyor. ‘Teyze’ diyor. Onu da ‘Tızee’ gibi bir biçimde söylüyor. Hayriye Hanım’a sesleniyor yani. Hayır, ben de kendimi önce ‘anne’ deseydi, hadi olmadı bari bir an önce diyebilsin diye paralamıyorum. ‘Anne’ demiyor ama adımı biliyor. Parktaki bir arkadaşıyla adaşız. Evde de herkes bana adımla seslendiğinden onu da kaptı gibi.

Ama en komiği ‘Azize’ demesi. Bunu çok net söylüyor. Bu da arkadaşının bakıcısının adı. Yani adamın anlaşılır biçimde telaffuz ettiği ilk kelimesinin ‘teyze’, ikincisinin de ‘Azize’ olması bayağı komik. Hadi ‘teyze’ sorununu çözer de ‘Azize’ ne alaka?

Üzülmeyeyim diye de ‘oğlan çocukları geç konuşur’ diyorlar. Erken konuşsa ne olacak ki? Eninde sonunda (bu yönde bir sağlık sorunu yok gibi hani) konuşacak işte.

Erken yürüdüğü için canıma okundu zaten. 9 aylık yürür mü insan? Akıl 9 aylıkken hareket eden bir insan yavrusu etrafındakilerin totosuna yer yüzü göstermiyor. Erken konuşup bari beynimi şişirmiyor işte. Ama konuşursa hareketliliği de azalırmış, konuşabilip derdini anlattığı için rahatlarmış.

Pek de derdinden hareket etmiyor sanki bizimkisi. Daha çok keyfinden hareket eder bir hali var. Mesela, eve biri mi geldi? Antrede tap dance yapar. Sonra koş koş koş. Evi turlar. Bir deliğe saklanır. Sonra ‘cee’ diye çıkar. Sevinirseniz bunu yüz kez yapar.

Bir lokma yemek mi yedi? Koş koş koş. Evi turlar. Tur esnasında gözüne bir nesne kestirir ve onu kemirir. Kapıları çarpar. Evin bütün ışıklarını yakar. Kalkıp söndürürseniz bunu tekrar yapar.

Parkta en yüksekteki kaydıraktan kaymak üzere bütün merdivenleri bir çırpıda çıkar. Ama kaymaz. Geri iner. Onlarca çocuğun arasında gövdesi büyük ama aklı küçük ve kalabalığın tersine hareket eden çocuğu ezdirmeyeyim diye siz de onla çıkıp çıkıp inersiniz.

Merdivenlerle bir aşk ilişkisi var Jelibon’un. Gördüğü her merdivene çıkmak ve hepsinden geri inmek ister. Ama takılır işte. Saatlerce bunu yapabilir. Siz de iki büklüm iner çıkarsınız onunla. Düşerse tutmak için.

Pusetinde asla oturamıyor ne zamandır. Sokağa çıktığında hep yürümek istiyor. Pekala. Yürüsün di mi?

Mümkün değil. Düzgün bir hatta yürümediği gibi elinizi de tutmak istemiyor. Ortama bırakılsın ve aranıp sorulmasın istiyor.

Eeeh, yeter artık diyip pusetine bağlamayı başarırsanız da saatlerce bağırabiliyor. Bazen o pusette bağırırken depar atarak onu sürerseniz hızdan hoşlanıp susabiliyor. 35 yaşında bir kadının sokaklarda ciyuuuv miyuuvv diye bağırarak puset sürmesi de tuhafsanıyor haliyle.

E şimdi ben bütün bu anlattıklarımda bir derdini anlatamamak bazlı bir aksiyon göremiyorum. Adam neşeden içiyor. Kederden değil. Dolayısıyla konuşmayı sökmesinin totosundaki kurtların dökülmesine sebep olacağını sanmıyorum. Bu da alakasız telaffuz edip durduğu ‘Azize’ kelimesi gibi dert bazlı kelam etmediğinin bir başka işareti.

Bir kere ben anladım ki Jelibon sözlü anlamda muhabbet kuşu gibi. İşine yönelik konuşmadığı gibi en çok ‘ce’ ve ‘ze’ seslerini seviyor adam. Tıpkı kuşlar gibi şarkılar dinlemeye bayılıyor. Bir kelime öğreticem diye öldür allah tekrar edip durursanız tepesinde strese giriyor. Bir şeyi öğrendiğinde de susturamıyorsunuz. Şimdilerde nonstop ‘Azize’ kelimesini duyuyoruz kendisinden. 'Cici' de diyor bazen yerli yersiz.

Bir de cevaben ‘gel’ diyor. ‘Del’ şeklinde söylüyor onu da.
Gel diyorsunuz. O da ‘del’ diye cevap veriyor. Gel. Del. Gel. Del. Böyle uzayıp gidiyor. Geldiği falan yok. Arka odadan ‘gel’inize ‘del’ diye cevap verip duruyor.

En azından ses verdiğinde başının belada olmadığını anlıyorum.
Böyle tuhaf bir dil geliştirdik işte kendimizce.

Pazartesi, Kasım 21, 2011

Singapur'da Eğitim

Geçen hafta Singapur’daydım. Konferansımızın olduğu devasa konferans merkezinin içinde binbeşyüz tane daha eşzamanlı konferans vardı.

Hemen yanı başımızda bir kitap fuarı vardı mesela. Her sene Tüyap’a kitap fuarına Şövalye yüzünden mutlaka gideriz. Ortamını bilirim. Singapur’daki ortam Tüyap'la aynı değildi ama benzer yanları da yok değildi.

Mesela her iki fuarda da kitapların çoğu test kitabıydı. Singapur'dakinde 'ders çalışmayı sevmeyen ergeninize nasıl fen çalıştırırsınız', konulu kişisel gelişim kitapları da bolca vardı. Gelişim dertlerinin  de hepsi fen ve matematik üzerineydi. Fuar alanında bir platformda uzman eğitmenler de çocuklarınıza fen ve matematiği nasıl sevdirirsiniz diye ahaliyi bilgilendiriyordu. Üşenmedim inceledim. Fuarda tarih, coğrafya, felsefe falan konularında ders kitabı hiç görmedim.

Singapur, matematik başarısında dünyada ilk sırada. Eğitim sistemi tamamen sınav, özellikle de matematik ve fen sınavları başarısına dayalı bir sistemmiş. Bu sınavlarda en başarılı olanlar süper eğitimlerine devam ederken normal ya da az başarılı çocukların eğitmenleri onlarla daha az ilgilenerek daha da kötüleşmelerine sebep oluyormuş.

Singapurlular kendi geliştirdikleri Singapur Matematiği isimli matematik öğretme sistemini Amerikan sistemine karşı bayağı pazarlamışlar. Israil de bu modeli örnek aldığında öğrencilerinin matematik başarılarının arttığını gözlemlemişler. Tamam, biz de kafayı test başarısına takmış bir millet olabiliriz ama ona da kimbilir nasıl taktıysak ancak 50. falan geliyoruz sıralamada.

Singapur’daki kitap fuarının Tüyap’la bir başka benzerliği de ortalığın çocuktan geçilmemesiydi. Vıcır vıcır. Çığlık çığlık binlerce çocuk. İşte bu elverişsiz ortamda Singapurluların eğitim sistemi üzerine gözlem yapmaya çalışırken bir ara yakınımda bir pusette duran Hintli olduğunu sandığım bir kız çocuğunu fark ettim. Çocuğun oturduğu pusetin sapına o kadar çok ağırlık asmışlar ki bir süre sonra kızcağız pusetle beraber arkaya doğru devrildi ve ağlamaya başladı. O sırada tesadüfen pusetin yanında duran Singapurlu olduğunu sandığım çekik gözlü kadın çocuğu yerden kaldırırken bana da “Hanım, hanım. Çocuğuna bak” dedi. “O benim çocuğum değil”, dedim. Artık ne solaryum ne de güneş banyosu yapmadığım için uzun zamandır Hintli sanılmıyordum. Ortadoğulu, Kuzey Afrikalı ya da Latin sanılıyordum hep. Singapur ortamlarında Latinle, Ortadoğuluyla az karşılaşıldığından en yakın Hintli yakıştırması yapmış olabilir tabii kadın. Normaldir.

Ama şu hiç normal değil.

Konferansta Amerika’dan bir iş arkadaşımla da karşılaştım. Bana Jelibon’u sordu. Resimlerini gösterdim blackberry’den. Senin eşin Caucasian (beyaz ırktan) mı, diye sordu. Jelibon sarı kafa ya. Ondan merak etmiş. Bu adamla altı sene yan yana çalışmışız. Ona bir dünya şey anlatmışım Türkiye’ye dair. Üstelik ofisimizde kumral olan başka bir Türk de vardı. Kendisi bir de Amerika’nın en iyi üniversitelerinden birinden mezun. Dünyayı dolaştığı bir işi var. Üstelik karısı da Çinli. Hani başka kültürlere maruz kalmamış olsa anlayacağım. Uzatmadım. Evet, dedim. Eşim beyaz. Ben kızılderiliyim.

Orada da kalmadı. Türkiye’ye dair bir şaşkınlığını daha anlattı. Geçenlerde Türkiye’nin üzerinden uçmuş. Uçak penceresinden baktığında ne kadar dağlık olduğunu görmüş. Dağlarda da kar görmüş. Türkiye’yi çöl gibi sanıyormuşmuş. Çok şaşırmış.

Sorun eğitimse, çözüm testlerde de değilse nerede acaba?

Cuma, Kasım 04, 2011

Trafiğin Yurdum Hali

Aslında çok şeye uyuzum. Bir heves her birine ayrı ayrı yazılar döşenmek istiyorum ama vakitsizlik ve üşengeçliğe kapılıp sallıyorum. Şurda kısa kısa değineyim bari aklımdan çıksınlar.

Trafiğe de uyuzum. Ona uyuz olmayan yok gerçi ama benim uyuz olduğumu ifade edeceğim durumlar sandığımız şeylerin sandığımız gibi olmamasına dair şeyler.

Yayalar şoförlere uyuzdur ya hep. Bütün ilkokul kitaplarında sokaktan geçerken yayalara su sıçratan pislik şoförler vardı. Bu durum da fakir edebiyatının, ayrımcı, ayrılıkçı zihniyetin şeysiymiş, ben onu anladım. Hoş, artık araç sahibi olmak o kadar da üst sınıf yapmıyor insanı. Hem zenginler de trafikten bayıp yaya takılıyor olabiliyorlar. Şu sosyal bilgiler dünyası suyu kaldırımdaki yayaya sıçratan şoföre uyuzluk belleteceğine sokakta suyun birikmesine takılsa iyi olacak. Bütün sokaklar harita gibi. Dangıl dungul. Suyun sıçramamasına imkan yok. Altyapın düzgünse ne yayanı şoföre ne de şoförünü yayana bileyletmene gerek kalmıyor. Yalnızca eğitim de değil, eğitimin içeriğinin değişmesi de şart.

Ben her gün mesai bitiş saatlerinde Mecidiyeköy cehennemini yaşayanlardanım. Bazen evimi görüyorum ama ona ulaşmam 45 dakika sürüyor. Toplam bir kilometre tutmayan bir yoldan bahsediyorum üstelik. Çoğu zaman trafik polisi de oluyor tıkandığım kavşakta ama durum hiç değişmiyor. Tam Mecidiyeköy meydanında, akmayan trafikte araçlar bitişip dururlar ve kavşağı tıkarlar ya. Bu sebepten benim aracıma yeşil yandığında ben karşıya geçemeyebiliyorum. Bana kırmızı yandığında da geçmemeliyim kural olarak ama işte o zaman da arkamdaki ve yanımdaki araçlar cinnet yaptığından, ben de ışığı duruma göre referans alıp sezgisel olarak bir şekilde itiş kakış geçiyorum.

Ama bazen tam da bana 40 saniyelik yeşil yanmışken bunun son beş saniyesinde yol açılıveriyor. Hemen atılıyorum ama bu sefer de karşıma kendilerine kırmızı yandığı halde sallamayıp yolu geçen yayalar çıkıyor. İşte o zaman onların üzerine sürüyorum arabamı. Üstelik hiç de pişmanlık duymuyorum. İçimdeki cadalozla çok barışığım. Çoğu küfrediyor bana dönüp. Ben de onlara küfrediyorum. Benim orada beş saniyemi haksız yere yerseniz on dakikaya kadar beni oraya bağlama ihtimaliniz var. Oysa yayanın ise zaten ona ait olmayan bir beş saniyeciği gidiyor. Ama yaya, yaya olduğu için mağdur sanıp kendini ezik edebiyatı yapıyor. Bana küfür ederken de bu minvalde sözler sarf ediyor.

Gireceğim sokağı da tıkıyor olabiliyor kırmızıda geçen yayalar. En son yine bir kadının üstüne sürdüm arabamı. Car car car bağırdı. E işte 30 santim ilerlemişmişim hepi topu. Bu kadarcık mesafe için yaptığıma bakaymışım. Dedim kıçım açıkta. Ana caddede. Arkamda da en az on araba. Hep beraber senin toton kırmızıda otuz saniye önce geçsin diye Halaskargazi’yi tıkıyoruz. 30 santim sana 30. Arkama sor bir de. Gerizekalıııı.

En nihayetinde evime gelmişim geçen gün. Tam park ediyorum sokağa. Bir tane adam geldi. Komşum aslında. Tak tak camıma vurdu. Saygısız, diye bağırmaya başladı. Oraya o park edecekmiş de tam, ben yerini kapmışmışım. Ya evet trafik akmıyordu ve park yeri boşluğunun biraz ötesinde bir araçtan bir kadın iniyordu. Ama ne bir dörtlü yakmak ne işaret vermek. Ben sandım ki yolda adam indiriyor. Devam edecek. Üzerine düşünmedim bile. Yok o oraya park edecekmiş meğersem. Dedim işaret verseydiniz. Verdim ya, diyor. Ne verdin? Ben hatırlamıyorum işaret verdiğini. Durmuş olman yeterli değil zira tüm trafik duruyordu. Benim senin oraya park etmek üzere durmuş olduğunu sandığımı sandın. Sandığımı sandığın şeyi sanmadım ben. Lambalar, işaretler bunun için var. Salak.

Tamam, sezgisel bir durum var Istanbul trafiğinde ama bu kadarını sezmek müneccimlere bile nasip olmaz. Hayır bir de bu Istanbul’da park yerini kapan kapana. Otoparklarda bile işaretini verdiğin halde senden daha hızlı davranmaya çalışıp göstere göstere hiç mi park etmediler senin olacağını sandığın yere? Sen üstelik de komşun olan bir kadının penceresini tıklatıp sandığını sandığın şeyi sanmadığı için saygısızlıkla suçlarsan o da avazı çıktığı kadar sana ‘sen’ diye hitap edip üstüne sana ‘salak’ da der. Hiç yapmadığı şeyleri yapar.

Yani bu kadar ağır tahrik altında içimizdeki trafik canavarını uyandırmamaya çalışmak zor. Ben kendisiyle barıştım. Seviyeli seviyesiz. Her türlü beraberiz. Mecburen.

Salı, Ekim 25, 2011

Behzat Ç'nin Filmi

Medyada yönetici kankalar sağ olsun, Behzat Ç’nin sinema filmi, Seni Kalbime Gömdüm’ün galasına gittim dün. Daha önce hiç galaya gitmemiştim. Türk işi milyon tane organizasyon problemi yaşadık ama olsun. Hayalet, Akbaba ve Harun’la janti pozlar çektirdim mi? Çektirdim. Bu bana yetti de arttı.

Behzat’a ulaşmak çok zordu. Bin gazeteci ve kameranın arkasında ona ulaşması çok dertliydi. Zaten ben en çok sevdiğim karakterlerle kareleri kapmıştım. Gerisine kasmadım. Hayalet ve Akbaba gerçekte de süper şeker tiplerdi. Harun ve Cevat ise ukalalardı. Cevat o kadar ukalaydı ki kendisiyle resim çektirmekten bile vazgeçtim. Halbuki kendisine acımayla karışık hisler besliyordum. Bundan sonra hiç acımam.

Filmden pek etkilenmedim açıkçası. Dizide filmden daha iyi bölümler seyretmiştim. Filme biraz daha çok para harcamışlar sadece. Bir araba parçalamışlar. Olay yerinin yeni amiri olaraktan Cansu Dere’yi falan oynatmışlar. Behzat’ı homme-fatal adam yapmaya çalışıp Cansu’yu ondan hoşlanır hale getirmişler. Olmamış ama. Yani ne Cansu polise benziyor ne de Behzat böyle kadınların uğruna kendini parçaladığı bir tip olabilir. Zorlamaya gerek yok.

Filmde dizinin dayattığı kısıtlamalardan kurtulunmuş. Behzat böylece devamlı rahat rahat sigara içiyor. Ofiste zulasından votkalarını çıkarıyor. Daha çok küfür ediliyor. Behzat daha kafayı yiyik bir tip olmuş. Ölmüş kızı Berna’ya dair halüsinasyonları daha sık görüyor. Evinde aslında var olmayan bir tavşanı besliyor.

Filmi diziyi sevdiğim için mutlu mesut seyrettim ama açıkçası bu filmin amacını anlayamadım. Anlayabildiğim kadarı ise çok ticariydi . Televizyondan alamadıkları parayı filmden toplamaya çalışmışlar. Böylece diziyi hiç izlememiş olanlar da filmi izleyebilir kılınarak yeni dizi seyircisi yaratılmış olur. Diziyi inadına beleş mecra internetten takip eden ciddi fan kitlesinden bari üç beş kuruş para da toplanabilir. Dizinin ikinci sezonunun başlangıcı filmin gişesi için iyice uzatıldı. Bu durumda diziyi çok özleyen fanları filme illa gidecektir.

Filmin ticari olmasından yana hiçbir şikayetim yok. Liboşum ben. Şu hayatta neredeyse her şey ticari olmalıdır zaten ama daha adil ticaret adına, bari diziden daha değişik, daha görsel şenlikli, festival tadında bir şey olsaydı. Mesela Sex and the City’nin de filmleri çekildi ama film çekildiğinde dizi biteli kaç yıl olmuştu. Millette karakterlerin hayatlarında neler olduğuna dair bir merak oluşmuştu. Dizi karakterlerinin günümüzdeki halleri ele alınarak bir merak giderilmiş oldu. Behzat ise henüz sonlanmamış, iki sezon arasında kalmış bir dizi. Millet daha ilk sezon finalinde pikte bırakılmış merakını giderememişken bu film dizi izleyicisinin merakını gidermediğinden sadece diziyi izlememiş, dolayısıyla merakı da olmayan sinema izleyicisine anlamlı gelmiştir heralde.

Sex and the City'de, metropolitan kızlarımızın giydikleri, gezdikleri hep fenomendi. Filmde modanın, tasarımın, alemin doruklarına çıkıldı. Baktılar ticari başarı akıyor. İkinci filmde Abu Dhabi’ya gidildi. Değişik egzotik ortamlar sunuldu. Beğendik, beğenmedik, o ayrı ama dizisinden değişikti işte. Dizinin iki bölüm uzantısı olsa evinden kalkıp sinemaya gitmiş, kızları görmek için bir çabaya girmiş insanlara haksızlık olacaktı. Yapımcısı, yönetmeni, oyuncusu, tüm ekibi halihazırda süper bir lezzeti hali hazırda dizide sunarak seyircilerini şımartmışlardı belki. Ama şımardı işte seyirci. Sinemada ya daha değişik ya da aynı lezzetin daha grand halini ister. Yoksa kırdığın hayalle kalırsın. Dizi bitmeden devam filmlerini de çekemezsin.

Pazartesi, Ekim 24, 2011

Yeterince İyi Anne

Geceden sabaha gugıllıyorum. Ha bire etrafımdaki annelerden dinliyorum. Her bilgi birbiriyle çelişiyor. Bu bebek/çocuk deneylerinin kanıtlanmışı var mı allah aşkına? Duruma göre, bebeğe göre, aileye göre, çevreye göre, ona göre, buna göre değişip duran bilgiler ve yorumlar silsilesi her biri. Birine uysan diğerinden gol yiyebileceğin endişesiyle vicdan azabına sürüklenirsin.

Evkadını olsaydım çocuğumla daha çok vakit geçirebilirdim, diyorum. E, bakıyorum. Kendini dünyanın en iyi annesi sanan evkadını annem beni her gün bir sebepten mutlaka pataklardı. Mantık yürütürsek keşke çalışsaydı da evden uzak durmak zorunda kalıp beni dövecek vakti bulamasaydı. Belki benden uzak kalmak zorunda kaldığı için suçlanır hiç dövemezdi. E, o zaman acaba ben daha iyi bir insan mı olurdum? Burada yazacak hezeyanım kalmaz mıydı?

Bazı adamlar tanıyorum. Dokuz kardeşiyle iki göz odada büyümüş. Çamurun içinde yarı aç yarı tok. Dayaksa alası var. Gel zaman git zaman bu adamlar kocaman patronlar olmuşlar. Anne babalarının resimlerini odalarına asmışlar. Hala anacım babacım der gözler doldururlar. O zaman acaba bu adamlarda Stockholm Sendromu mu vardır?

Tamam, benim annem çalışsaydı ya da o adamlar sendromsuz olsalardı belki daha daha daha olurduk. Ama kim ne derse desin ben buna inanmıyorum. Çocukluk travmaları hayata tutunma metodlarınızı keşfetmenizi sağlıyor. Örneğin, ben dayaktan ve akabinde sözlü tacizden kurtulmak için mutlaka evden ayrılmalıydım. Bu da ancak iyi bir üniversitede, uzak bir şehirde olabilirdi. Tek çıkışım oydu. Sevgi dolu bir ev hayatım olsaydı belki daha mutlu olurdum ama belki de şimdiye kadar aldığım yolu alamazdım.

Şimdi devir de akıllar da değişti. Ben de Jelibon’a motivasyon olsun diye bilinçli travmalar yaratamam. Cezadan kaçınma yerine mümkün olduğunca ödül sistemine geçicez mecburen. Ama bunun da günümüz şartlarında motivasyon değerinin düşük olduğunu sanıyorum.

Hem okuduğum her şey birbiriyle çeliştikçe kendime daha sakin şeyleri örnek almaya başladım. Serenity Parenting denen şey mesela. Tembel tarafımı okşadığından belki de tam bana göre. Koy gitsin demek değil bu elbette ama iki yaşından önce televizyon seyretse, az sebze yese, cinnetini çok sallamasam, sümüğü akarak dolaşsa, sayıları saymayı biraz geç öğrense Harvard’a gideceği varsa gidemez olmaz heralde. Sanki günümüz ebeveynleri olarak marjinal fayda katacak şeylere fazlaca yoruluyoruz gibi geliyor bana.
‘Mükemmel anne’ olma yerine ‘yeterince iyi’ olmak da iyi bir seçim.


• Çocuğunu sever ama bütün davranışlarını tasvip etmek durumunda değildir

• Çocuğu her istediğinde yanında olmak durumunda değildir

• Çocuğunun bütün kötü mod ve hislerine engel olamaz

• Kendisinin de birtakım ihtiyaçları vardır ve bu ihtiyaçlar bazen çocuğununkilerle çakışabilir

• Bazen kendini kaybeder

• Durumu tartar ve kendine göre iyi kötü kararlar alır

• İnsandır ve hata yapabilir

• Hatalarından dersler alır

Aslında tüm bunlara isim verip kategorilendirmek bile kafa yorgunluğu. Annemler, anneannemler gibi olmak vardı. Sorgusuz sualsiz. Tartmadan biçmeden ebeveyn olmak. Rahatla biraz’a bile kural koymuş modern dünya.

Salı, Ekim 18, 2011

Ağlatma Metodu

Beş gündür Jelibon’u ağlatma (Ferber) metodu ile uyutuyoruz. Daha doğrusu ben yapıyorum bunu. Bunu yaparken ortamda Şövalye varsa Jelibon’un kapısında nöbet tutuyorum. İçeri girip Jelibon’u psikopat annesinden kurtarmaya yeltenen babasına set çekmek için.

Daha evvel de ağlatma metoduyla uyku düzeni getirmeye çalıştım Jelibon’a. Adam neredeyse 14 aylık. Koca adam oldu. Biz hala her akşam iki saatimizi uyutma çabalarına harcıyoruz. Yeter artık diyip evde sıkıyönetim ilan ederek bir kez daha metodu denemeye karar verdim.

Önceki denemelerimde Jelibon’un odasının önünde Şövalye’yle deve güreşi bile yapmıştık. Şövalye benden uzun ve iri tabii. Bir de zaten içeride ağlayan çocuğa ‘Geliyorum Jeliboncuuum’ diye bağırıp durduğundan içeri girmese de metodun içine ediliyordu. Direnmek faydasızdı. Her seferinde çabalarım heba olduğu bir yana Jelibon da 'yeteri kadar ısrarlı bağırır ve ağlarsa babasının geleceğini ve yatağından çıkarılıp kendisiyle kaç-kovala oynanacağını' öğrenmiş olarak daha yaramaz ve şımarık bir şekilde sahnelere geri dönerek uyku saatini 23:30'lara kadar çekti. 

Şövalye, Jelibon’un her istediğini yapma üzerine kurduğu ebeveynlik felsefesini bana da kabul ettirmeye çalışıp duruyor. Şövalye gibilere müsamahakar ebeveyn deniyor. Çocuğun isteklerine karşılık veren ve fakat ondan hiçbir şey talep etmeyen bir babadır kendisi. Bu tip ebeveynler çok sefkatli ve bağıra basıcıdır. Çocuğun istek ve ihtiyaçlarına hemen karşılık verirler ama onlara disiplin aşılamaz ve düzgün davranış modelleri göstermelerini desteklemezler. Bu da bildiğiniz şımarık çocuklara sebep olur.

İyi güzel, bu da bir yöntemdir, diyebilirsiniz ama Şövalye ebeveynlik felsefesine uygun bir yaşam da sürdürmez. Şımarttığı çocuğa benim saçımı süpürge edercesine koşuşturmamı bekler. Çünkü maalesef kendisi müsamahakar olduğu kadar müsait değildir. Akşam 9’dan önce nadiren eve gelir ve haftasonları da çalışır. Evde olduğu kısa anlarda da benim uygulamaya koyduğum disiplin ve kuralları yerle bir edip üstüne beni despotluk, psikopatlık ve kötü annelikle suçlamakla meşgul olur. Artık Jelibon’un kabarmış taleplerini karşılamak bana kalmıştır. Çünkü benim çok rahat, keka bir işim vardır. İşyerinde bütün gün blog yazıyor, dizi seyrediyor, alışveriş sitelerinde ve facebook’ta dolaşıyorumdur.

Ağlatma metodunun arızalı bireyler yetiştirdiği iddiası ufak da olsa bu riski almak istememenize neden olmasın. Popüler televizyon doktorlarından olan Dr Sears (nam-ı diğer Dr Bill) bu metoda tu kaka, yapanlardan. Çocuk ağlayarak uyuduğunda travma geçiriyormuş da, stress hormonları zekasını küçültüyor, ağır depresyon ve dikkat bozukluğuna meyilleniyormuş, gibi şeyler iddia ediyor. Bu büyük iddialara ben katılmıyorum. Bir kere adı üstünde: iddia. Deney yapılmış ve kesin sonuçlara ulaşılmış bir durum yok. İddiaların kökeni de zaten akşam uyuyabilsin diye 10-15 dakika ağlatılmış çocuklarla yapılmış deneylere değil, uzun süreli ilgilenilmemiş çocuklarla yapılan deneylere dayanıyor.

Yani aynı çocuğu geriye döndürüp ağlatmadan uyuttuğumuzda üstün zekalı, duygu durumu sağlam, sosyal ve çalışkan bir birey olacağını söyleyemeyiz. İkiz çalışmalarının sonuçları da ha bire değişip duruyor. Fal gibi bir şey bu araştırmalar. Biri diğerini tutmuyor. O zaman en iyisi bana en çok uyanıdır diyip devam ediyorum. 

Kendi durumumuza baktığımda Jelibon iki gündür üç beş dakikayı geçmeyen ağlamalarla uykuya dalıp bütün gece de deliksiz uyudu. Gün içinde de daha dingin şimdiden. Bu durumun sürekliliğinden başka bir şey istemem. Tabii ki Şövalye durumu her an sabote edebilir diye bu akşamki iş yemeğime Jelibon uyuduktan sonra gidebilmek için diye ekstra trafik kasarak Jelibon yerine ben ağlayacağım ama olsun. Sonuca bu kadar az kalmışken meydanı boş bırakmak olmaz. 


Pazartesi, Ekim 17, 2011

Kuaförlere Uyuzum

Böyle bloguna uzun süredir yazı yazmamış insanların mazeretlerini belirtip yazılarına kaldıkları yerden devam etmelerine uyuz oluyorum. Sanki çok da merak edeni varmış gibi. O yüzden nerelerdeydim diye anlatmıyorum. Buralardaydım. Başka blog işlerimle uğraşıyorum. Burayı ektim. Derken yine de açıklamış oldum. Öff.

Bu aralar herşeye uyuzum. Uyuz olduklarımın listesini çıkarıp içimdeki kaşıntılı huysuzluğu atabilmek adına yazıyorum. Yazmak sorunları karşına koyup eni konu irdelemek adına iyi bir araç.

Kuaförlere uyuzum.

Kuaföre gitmeye çalışıyorum tam üç haftadır. Kaşlarım çalı gibi oldu. Saçlarım uzadı. Yıkamaya üşenir duruma geldim. Evin dibindeki kuaföre neredeyse her iş çıkışı ve haftasonu uğradım. Hep ama hep uzun sıralar vardı. LAnet olsun diyerek hiç bilmediğim bir kuaföre dalarak 30 dakikanız var. Saçımı kesin. Kaşlarımı alın, dedim. Yaptılar. Fena da olmadı. Zaten beklentim sadece hız olduğu için yeti de arttı bile. Ama o üç haftalık kuaföre gitmem lazım hissi ve biteviye çabası beni bitirdi.

Bir de ne zaman bir kuaföre gitsem, o meşum soru mutlaka gelir. Bu sefer de geldi.
Aşağılayıcı bir ses tonuyla sorulan saçlarımı neyle yıkadığım sorusu.

Markette satılan şampuanlarla yıkıyorum, anasını satayım. Elidor, Pantene, Dove. Hangisinde kampanya varsa onu alırım. Normal saçlar için olanını. Hepsi de aynı yapıyor saçlarımı. Saçlarım gayet normal çünkü. Ne yağlı ne kuru. Üstelik kalın telli. Kırılmaz. Dökülmez. Gür. Parlaklığı da yeterli. Saçlarım iyi benim, tamam mı? Hatta o kadar gürler ki ara makası denen şeyden attırmak için burdayım. Eksilt diye saçlarımı. Daha neyle yıkamalıymışım ki?

Maksadı o antin kuntin şişesi milyar olan serumlardan, bakım zımbırtılarından falan satmak. Bunun için de en ucuz yol saçlarımı aşağılamaktan geçiyor.

Ya bir bak saça. Ara makasa gelmiş. Kırığı yok. Gür. Ne diye destek ürün kasarsın. Ben farkında değil miyim saçlarımın yeterince iyi olduğunun?

İkinci fazda da mutlaka saçımın rengini açtırmam, balyajlar, gölgeler attırmam için öneriler gelir.

Bir kere kara kaşlı, gözlü birine bu bahsettiklerinin yakışma ihtimalini geçtim. “30 dakikan var. Başla”, diye sana gelen bir müşteri oturup saatler süren ve devamlı rötüş gerektiren bu işlemleri yaptırır mı sence? Bu kadar mı okuyamazsın karşındakinin ihtiyacını?

Düella da tesadüfen aynı gün saçlarını kestirip boyatmış. Semtimizin iyi sayılan bir kuaförüne gidiyor. Lokasyonu rahat. Yeterince temiz, şık bir yer. Ne istediği konusunda da brief vermiş. Az bakım gerektiren, ne cici kız gibi ne de mürebbiye gibi olmayan. Rahat, kullanışlı. Rengi de kendi saç rengime yakın, efendi bir şey. Sana bırakıyorum, demiş. Tabii kuaförün yorumu kendince olmuş. Yani kötü değildi saçları ama briefe uygun da değildi sanki yeterince.

Kuaför tayfasına brief verip işi kendi yorumuna bırakmamak gerekiyor sanırım. Ya da gerçekten bir ameliyat parasını kuaförde bırakıp işin piri birkaç yerden başkasına gitmemek.

Ama yani hiç moda peşinde tarz peşinde değiliz biz. Saçımızın yapısı izin verdikçe az çabayla toplum içinde saygın bir ifadeyle çıkabilir bir şey neticesinde. Bu kadar basit bir ihtiyaç için de milyarlar mı dökmek gerek?

Aslında bu memlekette herşey öyle. Oturduğun ev de öyle. Aldığın her türlü hizmet de öyle. Makul fiyatlıysa kesinlikle moktan bir şeydir. En pahalısı ise en iyi ihtimalle idare eder. Özel okul mesela. ‘Yeterince iyi’ bir şey için bile servet bırakmak gerek. Ya moktan bir ortamda allaha emanet eğitim alacaksın ya da varını yoğunu bırakıp idare eder bir şey.

Öff.

Perşembe, Eylül 29, 2011

Behzat Başka, House Başka

Behzat Ç, en sevdiğim yerli dizidir. Geçen sene yeni ekrana geldiği dönem lohusalığıma denk gelmişti de izleyememiştim. Fragmanlarında kara kılıklı öcü gibi hırpani adamlar küfredip durmaktalardı. Bu yüzden diziyi Kurtlar Vadisimtrak bir şey sanmış, ıyy olmuştum. Postpartum depresyonumla ve saat başı yirmişer dakika ağlayan gazlı bir bebekle cebelleşirken Öyle Bir Geçer Zaman Ki’de ağlayıp durmak bana daha iyi gelmişti.

Zaman içinde Behzat’ı o kadar çok dinledim ki etraftan -ve hatta Kurtlar Vadisi'ni hiç sevmeyen insanlardan- bu işte bir iş olmalı diyip bir süre önce Behzat’ı internetten izlemeye başladım. Bu günlerde uzay mekiğinde (eliptik kondüsyon aleti) spor yaparken karşıma internet ekranını koyup izliyorum Behzat'ı. Yerli dizi yersiz uzun olduğundan 45’er dakikadan iki sporda 90 dakikalık bir bölümü izleye izleye 16 bölüm bitirdim. Dizinin sezon finaline gelmeme daha 22 bölüm var ama içimdeki Behzat aşkı böyle büyümeye devam ederse sezon sonunda holiganı falan olabilirim dizinin.

Geçenlerde kardeşim Behzat’ın House’a benzediğini, diziyi o yüzden sevdiğimi söyledi. Bu benzetmeyi de gazetelerde okumuş. Bir baktım gugıla, Behzat’ın Ekim sonunda vizyona çıkacak sinema filminin afişinin House’un yeni sezon afişine benzemesinin etkisiyle iki dizinin benzerliğiyle ilgili milyon şey yazılmış. Herkes bir ağızdan House’a benzetmiş Behzat’ı. Yok efendim her ikisi de bir olayı aydınlatıyormuş, ikisi de aykırı tiplermiş, aşk hayatları benziyormuş falan. Bir yazı işi o kadar ilerletmişti ki House’un takıntılı eksiği bacak kasıymış, Behzat’ın da ölen kızıymış diye yazmıştı. Ona bakarsan House’un da Behzat’ın da saçları var. Gözleri var. İkisi de insan falan diyebilirlerdi. Dememişler, eksik kalmışlar. Benzerlikleri bence ancak da o kadardır. House da zaten Sherlock Holmes uyarlaması olduğundan o da Behzat Ç gibi bir polisiye sayılabilir.

Bütün polisiyelerde kurgu zaten aşağı yukarı aynıdır:

* Kurban, seyircinin bilmediği bir ortamda bir şeyler yaparken görülür.
* Kurban öldürülür.
* Polisler cinayet hakkında bilgi toplar
* Polisler faili aramaya başlar
* Polisler, görgü tanıkları ya da kurbanın yakınlarıyla konuşmaya başlar, ipuçları toplar
* Polisler muhakkak yanlış bir ipucuyla bir ara ters bir yöne sapar
* Sonra doğru ipucu ve fail bulunur
* Fail hapse girer
* Bazen failin yanlış olduğu anlaşılırsa soruşturma başa döner.
* Bazen de yetersiz delil yüzünden aslında gerçek suçlu serbest kalır

Bütün polisiyelerde polislik mesleğinin içyüzünü görürüz. Bir dünya kural ve yönetmelik vardır. Sadece polisi değil, departmanının işleyişine de tanık oluruz. Ne kadar büyük angaryaları olduğunu görürüz.

Polisiyelerde polisin (dedektifin) zorlandığı alanlar mesleğiyle alakalı değildir. Cinayetleri çözmek ona vız gelir tırıs gider. Zorluklar psikolojiktir. Bazı dedektifler dahidir ama sosyal ilişkileri zayıftır, kişilik problemleri vardır. Zeki ama tembel ve sorunludur yani. Bazı dedektifler ise dahi değildir ama çok çalışkandır. O kadar işkoliktirlerdir ki işten ailelerine vakit ayıramadıklarından aile hayatları kötü gider. Mesela Law & Order SVU polisiyesindeki Elliot ve Olivia isimli dedektif karakterleri çalışkan ama aile hayatları aksayan tiplerdir. Criminal Intent’teki Dedektif Goren ise zeki ama sorunludur. Behzat da, House da, Goren gibi ‘zeki ve sorunlu’ grubuna girer. Herhangi bir polisiyede arızası olmayan herhangi bir dedektif bulmanıza imkan yoktur. Hatta televizyon literatüründe bu arızalı kahramanlara ‘defektif dedektif’ denmektedir.

Yani ne Behzat ne House ne de diğer polisiyelerin kurgusu birbirinden çok da farklı değildir. Onları farklı kılan şeyler karakterlerin ve diyalogların derinliği, gerçekliği, samimiyeti gibi şeylerdir.

Polisiyelere bayılırım. Adım üstümde. Hafiye'yim ben. Lakabım bile ipuçları toplayıp soruyu çözme oryantasyonum üzerine takılmıştır. Polisiyeler arasından Behzat Ç’yi ayrıca sevmemin sebebi dizinin karakterlerinin, ortamının, diyaloglarının gerçekçiliği, oyunculukların sağlamlığıdır. Türklerin de polisiye tarzında doğru kurguyu, gerçekçi karakter ve durumları ilk kez bu denli iyi yakalamış olmasının Behzat’ın fenomenleşmesine sebep olduğunu sanıyorum. Hikayeler lokal. Anadolu’dan hem de. Alt-orta ekonomik segment grubu insanların gerçek hayatından izler taşıyor. Gecekonduda yaşamalarına rağmen manken fiziğine ve duruşuna haiz, havalı kılıklarda dolaşan sahte karakterler yok. Neredeyse herkes bakımsız. Herkes hırpani. Herkes gerçek. Bu sebeple de aslında maalesef sadece olması gerektiği gibi olan dizi, diğerleri olmaması gerektiği gibi olduğundan 'farklı'.

Behzat’la House ise yazılanların aksine, birbirlerinden oldukça farklı karakterlerdir. House sırf uyuzluğuna birileriyle uğraşabilir. Sempatisi de empatisi de yoktur. Derinlerde bir yerde varsa bile biz bunu bilemeyiz. Behzat ise tamamen vicdan adamıdır. Hak edenle didişir. Durduk yere hır çıkarmaz. 

House, fahişelerle takılır. Beraberliklerle dalga geçer. Sevgilileri birbirine düşürmeye bayılır. Cuddy’i sever ama onunla birlikte olmayı beceremez. Behzat ise sever ama gönül işlerini beceremez. Evlenmeye bile kalkışmıştı hatta da reddedildi adamcağız. Behzat ve House'un benzerliğine dair çıkan yorumlarda Cuddy ile Savcı Esra da birbirine benzetilmiştir. Olabilir. Koca kafa, çata çata konuşan otorite kadınlar anlamında benzerler ama yani bu da aykırı adamlara mürebbiye hatunların yazıldığı tipik bir zıt karakterli çiftler kurgusudur.

Behzat’ın ekibi derinlikleri olan karakterlerden oluşur. Hayatlarını daha yakından tanırız. House’un ekibinin hayatlarını ise üstünkörü biliriz. Sadece hırslı doktorlukları ve gönül işlerinde başarısızlıkları vardır bilinen. House'un ekibi aslında çok çalışkan ve fakat özel hayatları aksamış tiplerdir. Behzat’ın ekibini ise işkoliklikleri ya da zekaları üzerinden tanımlamak zordur. Zeka anlamında pek bir pırıltı göremediğimiz ekip elemanlarının kendilerine has ilginç yetenekleri vardır. Akbaba ölüleri koklayarak bulur. Cesede bakar bakmaz nasıl ve ne zaman öldürüldüğünü anlar. Hayalet’in ise kayıp bulmakta üstüne yoktur. Benim dizide en sevdiğim karakterler de bu ikisidir. Hele Akbaba’nın tipi ve tavırları rolüne on numara oturmuştur.

İnsanların bu iki diziyi birbirine benzetmelerini afiş benzerliği talihsizliğine bağlamak istiyorum. Belki de yeterince polisiye izlememiştik de bu çok tutmuş iki diziyi görür görmez birbirlerine yakıştırıverdik. Yine de her iki dizinin de ayrı ayrı hastası olmama rağmen Behzat’ın House gibi anlaşılmasına kızıyorum. Her ikisi de o kadar farklılar ve seyirciyi o kadar farklı yerlerden yakalıyorlar ki birbirlerine benzeterek sanki her ikisini de yanlış anlıyorlar gibi geliyor bana. Buna da o kadar kızıyorum ki ‘siz gidin sadece soap opera seyredin’, diyesim geliyor.

Perşembe, Eylül 22, 2011

Tarz Sahibi

Ben halka pek karışmıyorum. Bu yüzden Java bana ‘küçük burjuva’ derdi. Alt gelir grubundan insanların takıldığı ortamlara aşina olmayışımı kast ediyordu. Ama Java’nın anlamadığı şey şuydu ki ben üst gelir grubundan insanların ortamına da, orta gelirlilerinkinin de takılmıyorum. Kimler neler yapar bilmem. Yeni açılan, kapanan yerleri bilmem. Yüz yıldır aynı restorana, kafeye gider dururum. Bildiğiniz uyuzum ben. Yerimden kalkmadan dünyayı öğrenmeye meraklıyım.

Fakat geçen hafta halka karışmam gerekti. Hem de alt, orta, üst, Anadolu, Avrupa hepsine birden.

Önce üst orta’dan başlayan yüksek-çe sosyete izlenimlerimi anlatayım.

Fashion Night Out’u İstinye Park’ta geçirdik. Otoparkına varıncaya kadar ve otoparkından çıkıncaya kadar birer saat geçirdiğim ve toplasan ancak üçüncü defa geldiğim bu alışveriş merkezinin izdihamından nefret ettim. Alışveriş de mi yapmıyorsun, demeyin bana. Yapmıyorum. AVM’lerden yapmıyorum. Senelerdir internetçiyim. Daha sene 98’de Migros sanal marketten eve bakliyat, ekmek, kola falan alan bir tiptim ben. Üstelik o zamanlar ne ürün bilgileri ne de fotoğrafları yüklü olurdu sitede. Kafalarına göre getiriyorlardı bir şeyler. Ben de bozmuyordum onları. Zaten sonra Amerika’ya gittim ki online alışverişin dibini gördüm. Ev bile düzdüm online.

Neyse işte ofisten kızlara söz vermiştim bir kere. Söz bozamazdım. Yine kızlar sayesinde sırada yüzlerce insanın beklediği, İstinye Park’ta kokocambo Masa Restaurant'ta boş bir yere oturduk. Kimse de kalkın, demedi. Sonra gelsin drinkler. Gelsin milyarlık hesaplar.

O değil de, ben neredeyse bir hikikomori (Japonya’da kendini odasına hapsedip senelerce çıkmayan tiplere verilen isim) gibi yaşarken herkes ikoncan olmuş meğer. O ne tuhaf ayakkabılar, takılar, floresan renkler, ya rabbim. Millet yıkılıyor. Herkes moda tasarımcısı ya da tasarımcı yakını olmuş. Pes, dedim.

Mesela anneannemin elinde işlediği gibi duran bir siyah beyaz puanlı kazağın altına mavi-beyaz pötikareli şort giymişti kızın biri. Şortun beline de kırmızı kemer takmış. Rengarenk pabuçlar ve portföy çantayla tamamlamış olayı. Gelmiş fashion gecesine.
O akşam anladım ki ‘tarz’ dedikleri şey aslında özgüvenli bir duruştan ibaret, zira özgüven sayesinde sırtına geçirdiğin her türlü uyumsuz saçmalık ‘tasarım’ muamelesi görüyor. Yeter ki özgüvenli dur ama. Yoksa ne bulursa onu giyen varoş kadınlar da 'tarz sahibi' kategorisine girerdi.

Salı, Eylül 13, 2011

Tam Buğday Ekmeği

Bayram seyran bitti. Evlerimize döndük. Yani eve dönmüş de olsak ben daha çok kendi içime dönmüşüm, onunla uğraşıyorum.

Bir kere zayıflamaya taktım. Hamilelik öncesi kilomdayım. Yani toplam kilom aynı ama dağılımlarda sıkıntılar var. Göbeğim hamur gibi. Hem de mayası iyi tutmuş olanından. Görünce ellerimle yoğurasım geliyor. Hatta bunu pantolonun üstünden pörtlemiş yağlarım üzerinde sık sık uygular buluyorum kendimi.

Diyetisyene gittim. Ama süper ucuzuna. Zaten hayatım diyet olmuş. Bana üç beyazdan uzak dur, spor yap vs diyecek birine milyarlar dökmeye ihtiyacım yok. Ha, şurda üç beş hafta Kelebek’te Osman Müftüoğlu’nun sayfasını okuyan bir insanın bile ihtiyacı yok. Ama çalışkan da olsa çocuğunuza özel ders aldırmak gibi bir şey bu. Hem tanımadığınız birinin karşısında her hafta tartılma korkusu ve performans endişesiyle disipline olursunuz.

Diyetisyen BMI'mı çarptı çurptu. Normalsiniz, dedi. E, o zaman ben sıska olmak istiyorum, dedim. Zaten o kollu tartı aletinde normal olmadığım da anlaşıldı. Göbek çevrem obez. Kollar bacaklar falan normalin alt sınırlarına yakın. Pilatesi artırın dedi diyetisyen de. ‘Bölgesel zayıflama diye bir şey yoktur. Toptan kilo verirsin. Göbeğin de nasibini alır işte’, demedim. Ama tartışmadım. Hıı, dedim. Saat 10’da şunu ye, 13’te bunu ye, diye bir liste de çıkardı. Benim hayatım böyle planlı değil ki. Toplantıyı bölüp kendime meyve bulamayacağıma göre bu işler yaş. Ben yine bildiğim gibi diyet yapıyorum. Maksat beni tartsın. O alete çıkayım haftada bir, tamam.

Yine de son market alışverişinde diyetisyenin dediği üzere tam buğday ekmeği aldım. Eskiden light alırdım. Onu da süründüre süründüre bitiremezdim. Ben ekmek yemiyorum sayılır ki artık. Güya diyetteyiz. Ekmek yiyecekmişiz. 

Şövalye ise 25 tanelik dev boy sandviç ekmekleri, tost ekmekleri, kepekliler, dürümler, evde pişirimlik dondurulmuş ekmekler; kısacası ekmek namına ne bulsa aldı. Ertesi sabah bir baktım, benim tam buğdaydan yiyor. Napıyorsun, dedim. Kendi ekmeklerini yesene. Benim tam buğday daha güzelmişmiş.

Hayır, dedim. Kendi ekmeklerini ye. 5 kilo ekmek aldın. Buna sulanma. Şurda zaten diyetimde yazanlar etrafta olmadığından aç kalıyorum. Bir tanecik ekmeğim bari tükenmesin şıp diye.

Aa, bir baktım, arkamda Jelibon. O da yiyor tam buğdayımdan. Yese iyi. Döke saça mıncıklıyor. Ben ona mineralli vitaminli bebek ekmeklerinden alıyordum halbuki.

Jelibon’un son dönemlerdeki olayı sofraya sinsice yaklaşıp sofradan bir şey kapmak. Ne olursa. Kaptığı an ortadan kayboluyor. Bildiğiniz kapkaç. Kolay kapsın diye sofra kenarlarına kendi yiyebileceği şeyleri bırakıyorum. Bebek bisküvisi, ekmeği, erik, devam sütü gibi. Hem bir iş başardı sanıyor hem de yaşına göre beslenmiş oluyor. Ben böyle hesaplar yaparken Şövalye sen tut önünde ne varsa ver adama. Yese, ne ala. Yiyemiyor ki pütürüklü ekmek. Boğazının deliği ufak sanırım. Yutamıyor.

Dedim baba-oğul olayları beni delirtmek üzerine programlanmışsınız. Bir Allahın kulu da hayatımı zorlaştırmasa. Nerdeeee?

Cumartesi, Eylül 03, 2011

Anneliğin Güzel Anları

Annelik tuhaf bir hal. Bildiğiniz delilik. Başınıza gelecekleri bile bile bir ihtimal farklı bir şey olacağını beklemenin gerizekalılığı resmen.

Mesela, iş gününün özellikle sonlarına doğru Jelibon’u özlüyor buluyorum kendimi. Bir an önce eve koşup onu kucaklamayı istiyorum. Her ama her gün bu umutla koştura koştura eve dönüyorum. Her ama her gün aynı hüsranla bitiyor bu koşturuş.

Adam heyecanla koşuyor kapı açılınca. Sırf meraktan ama. Anne düşkünlüğünden değil. Bana doğru koşan Jelibon'u hoppala yapıp göğe atarak kucaklıyorum. Bağıra bağıra yüzümü tırmalayıp saçlarımı çekip kendini kucağımdan yere atıyor. Kıçını dönüp uzuyor. Anne-oğulun kavuşması böyle sıcak anlarla üç saniyede tamamlanıyor.

Buna rağmen umut fakir annenin ekmeği sanırım. Israrla kucaklaşmamızın on saniye falan olsun süreceği, akabinde öpücüklere geçilen bir faslın hayalini kuruyorum.

Bütün o facebook’lara yüklenen, bloglara yapıştırılan sevimli fotoğraf kareleri de o kadar anlık ki. Zaten dijital kameralar çıktı, mertlik bozuldu. Jelibon’un 10 bin tane falan resmi vardı en son. Taramalı gibi şaka şuka resimlerini çekince on binde yirmisi falan süper sevimli çıkıyor. Onları da alıp herkese gösteriyorsunuz işte. Gören de mutlu anne, mutlu çocuk anlamları çıkarıyor.

Gerçekler çok kötü ve pişmanım, diye demiyorum. Anneliğin kimi zorlukları var, da demek istemiyorum. Annelik sürecinin büyük kısmı azap. Güzel anları DA olabiliyor, demek istiyorum.

Örneğin Jelibon’un ilk yaş gününde telefonumla çektiğim şu karelerin ilkini facebook’a yükledim. Ne şeker falan diye yorumlar kaptım. Geri kalan arıza anlarını normalde delete ederim. Kimse görmez ama gerçekler saklı kalmasın isterim. Bütün resimler yedi dakikalık bir sürede çekilmiş. Neymiş? Bir dakikalık şekerliğin karşılığında altı dakika arıza yaşamışız.


Resim 1: Doğumgünü pastasını
sevimli sevimli mıncıklarken
 

Resim 2: Kıllanmaya başlıyoruz.





Dikkatli okuyucuya not:
Arıza sebebi pastasının kaldırılması değil,
sadece gelmiş olan eşref saati
 
 







Bu ve diğer resimler yorumsuz
 


Film kopar












Pazartesi, Ağustos 15, 2011

Yok, Benim Ruhum Yaşlı

Ya valla izlemiyorum ama Hayriye Hanım izlerken arada odasına gire çıka gözüm takılıyordu Fatmagül dizisine. Dizideki korkunç yengeye yılbaşı hediyesi alıyorlardı. Boğazlı bir kazak. Kadın höff pöff oluyordu. Şöyle açık yakalısından yok mu bunların, varsa değiştirsek, demişti. Gelemiyormuş öyle kapalı şeyler giymeye. Sıkıntı basıyormuş. Ama yakalı kazak giyemeyişini sanki kadının şımarıklığı gibi ifade etmişlerdi. Hiç beğenmemiştim bu senaryo tutumunu.

Birkaç yıldır ben de hiç kapalı yakalı bir şey giyemiyorum. Daral geliyor. Kapalı yaka bir yana uzun kollu şeyler bile sinirlerimi bozuyor. Allahtan artık konfeksiyonda çeşit bol. Kışın bari ¾ kol dedikleri, bilekle dirsek arasında biten kollara sahip üst baş bulabiliyorum. Ya da gömlek kolu çemirleme işlemine girişiyorum.

Sanırım bunlar yaşlanma işaretleri. Ya da menapoz. Kadınların hayatı dört haftalık periyodların üçüncü haftası darlanmayla, dördüncü haftası kanama ve krampla geçiyor. Yetişkin ömrün yarısında bir hadise var yani. Yaşlılık döneminde de menapoz derdi. Ama yani bu darlanmalarla menapoz sanki 20 yıl öncesinden geldim geliyorum diyor.


Öğrenciyken Ruş ve Pelinat’la kadının yaşlanma işaretlerinden biri olarak da ten rengi iç çamaşırları giymeye başlamaları olarak belirlemiştik. Geçende bir baktık hepimizin içi pamuklu ve bej. O dantelleri, o renklileri nasıl giymişiz, belli değil. Ten rengi çok fonksiyonel. Her renk kıyafetle giyebilirsin, içerden kendini belli etmez. Pamuklular da rahat işte.

Bir yandan bu da ruh meselesi sanırım bu. Genç de kalabilirsin. 55’lik bakıcımız Hayriye Hanım’ın dantelleri, çingene pembeleri falan var. Gündeliğe gelen kadın çamaşırları yerleştirirken benim ten renklileri onun çekmesine, onun rengarenk dantellilerini de benim çekmeceme koyuyor mesela. Uyuz bir durum.

Topuklu ayakkabı da giyemiyorum artık. Ancak dolgu topuk olur ve ayağıma da bir numara büyük olursa. Allahtan babetler çıktı da demode gözükmüyorum, desem de babetler de bütün o dümdüzlüğüyle çok rahatsız edici aslında. Ufacık bir topuk şart. Öyle hafif topuklu ya da mini platformlu babetlerden arıyorum hep. Onlar da bildiğiniz anneanne ayakkabısı. Hani bej ve kalın bantlarıyla bileğe doğru ilerledikleri dakika 80’lik misin 30’luk mu belli olmaz.


Hayat büyük bir koşuşturmaca içinde geçiyor. Bu hız ve panik içinde bir de rahatsız kılıklar hızımızı kesiyor. Demek ki gençken zaman daha yavaş akıyordu. Toplum anlayışla karşılasa Düella çırılçıplak dolaşacakmış. Onun gardrobu bile zamanla sadeleşip azalıyor. Benim hala moral düzeltmek amaçlı üst baş alışverişlerim oluyor. Onları da denemeye üşendiğimden internetten yapıyorum gerçi.

Perşembe, Ağustos 11, 2011

Anne-Kızın Bitmeyen Draması

Annemle kavga dövüş giden ve bir türlü de huzura eremeyen bir aşk-nefret ilişkimiz var. Sanırım çoğu ‘anne-kız’ ilişkisi böyle.

Aslında sanırım her 60 yaş civarı anne biraz tuhaf. Ben daha arkadaşlarımın anneleri arasında normal anne görmedim.

Annemin etrafıyla iyi geçinme konusunda çeşitli handikapları var. Kendine zarar vereceğini bilse bile bir şeye tepkisini koymalıdır mutlaka. Ettiğim laf nereye gider, bu işin sonu ne olur, diye düşünmez. Adanalılıktan belki de. Kanı kaynıyor, delleniyor. Adana adliyesinin ünü boşuna değil.

Zamanla anneme mesafe koyaraktan aramızı seviyeli tutmayı başarsam da yakın geçmişte lohusalığın ve taze anneliğin verdiği naif ve depresif ruh haline girmemle annem tüm fırsat boşluklarını doldurmakta gecikmedi. Kendine en ihtiyacım olan dönemde bana yardım etmek yerine evde otorite olmaya çalıştığından depresyonuma bir de cinnet karıştırdı. Haliyle mecburen bir süre yine uzak kaldık birbirimizden.

Eskiden de ilişkimize molalar vermişliğimiz olmuştu ama Jelibon doğduğundan beri o molaları vermemiz çok zorlaştı.Anne Hafiye adeta torunuyla beraber büyülendi. Torununu çok özlüyor, özlediği için depresyonlara giriyor, ağlıyor. Sık sık bize gelmek istiyor. Gelsin, eyvallah ama her geldiğinde ev huzurunu bozmaya yönelik hareketlerini gözeterek olaylar büyümeden kontrol altına alma çabalarım beni yoruyor.

Geçen geldiğinde, Jelibon’u kucaklayıp bağrına bastırırken, “Ahh yavruuuuum. Böyle sevgisiz şefkatsiz bakıcı ellerinde büyüyor kuzuuum” demesin mi?
Üstelik Hayriye Hanım’ın yanı dibinde.
Hayriye Hanım da “Ben Jelibon’u seviyorum”, dedi itiraz ederek.

Annemi bir köşeye çekip neden böyle şeyler söylediğini sordum. Amacı ne?
Torununa bir bakıcının bakmasını istemiyorsa çözümü ne?
Ben işi bırakıp çocuğumu mu büyüteyim? Kendisi bize yerleşip Jelibon’a mı baksın?
Ne amacı vardı ne de çözümü. Ortada ettiği laf var. Kırdığı kalp var.

Vay sen misin kalp kıran? Al sana ne diyeceğini değil, ne duyacağını düşün türünden bir geri dönüş. Ben de az değilim. Geçmişin tozunu hemen alırım.

Dedim sen sanki bizi o çok önem verdiğin sevgiyle büyüttün. Bir gün kucağına alıp bağrına bastığını hatırlamam. Ne masal okundu bana ne benimle gurur duyuldu. Her gün azar, her gün dayak kötekti benim çocukluğum.

Hayır, bir de akıllı uslu çocuktum. Jelibon gibi kuduruk olsam heralde annemle üçüncü sayfalara çıkardık.
Hiç bile, dedi annem. Bana ve kardeşime fiske vurmamışmış.
Şimdi de geçmiş çarpıtıldı, iyi mi?
Keşke zamanında işkenceyi belgeleseydim. Hafıza değil, somut belge lazım.

'Anasına bak, kızını al' lafından çok korkuyorum. Ben de ilerde annem olur muyum acaba?