Cumartesi, Temmuz 23, 2011

Çocuklu Tatil

Bodrum’da, Şövalyegiller’in yazlığında tatildeyiz. Ayarsızca bağırıp duran, hala katı gıdaları yiyemeyen ve aklı henüz yokken erken yürüyerek kendini oraya buraya atan bir bebekle ancak bir 'ev'e gidilebilirdi. Her sene iş değiştirdiği için yaz tatili de olamayan Şövalye sayesinde ve torunlarını çılgınca özlediklerinden kendilerine misafir gelmemiz için adeta yalvardıkları için bu 'ev' de büyükannelerin evi olsa daha iyi olurdu. Sanki.
  
Bodrum'a arabayla geldik. Birincisi çocukla tatile çıkınca park yatakmış, oyuncaklarmış, mamalarmış derken 150 kiloluk malzeme çıktı. Bu kadar çok eşyayla uçağa binmek hem zor hem masraflı. İkincisi ise kuduruk Jelibon’un daracık uçak koltuklarında bir saat de olsa totosunu kırıp durmasına imkan olmamasıydı. Ama arabada kendi oto koltuğunda durabiliyor. Eline oyuncak falan veriyoruz. Kendi kendine ninni söyleyip dalıyor çoğunlukla.

Ama Jelibon’un sabahın köründeki Bandırma feribotunda çıkardığı arıza fenomendi. Koooskoca feribotta avaz avaz bağıran tek çocuk bizimkiydi. İki saat boyunca da feribotu baştan aşağıya sırayla hepimiz döndük. Jelibon’u da döndürdük. Bana mısın, demedi. Nonstop bağırdı. En azından tek bölgedeki insanların kulaklarını tırmalamamış olduk. Azar azar herkes işkenceden bir parça tattı. İlk haftasonunun sonunda tatilsiz Şövalye Istanbul’a döndü. Biz kalmaya devam ettik.

Şövalyegiller’in evinin bahçesi var. Ama bahçe de ev de cehennemden kopup gelmiş gibiler. Buna rağmen Anne Şövalye, çocuğu üşütecek oluruz diye kapıyı pencereyi kapatıp Jelibon’u içerde tutmaya çalışıyor. Klimanın da insanı, özellikle de küçük çocukları, hasta edeceğine inanan tipik bir Türk kendisi. Saunaya dönmüş evde tutmaya çalışıyor Jelibon'u.

Bahçeye çıkmaya vakıf olursak Jelibon'u salıncağa koyduğumuz dakika babaanne yanımızda bitiyor. Sallanarak Jelibon'un midesinin bulanacağını iddia ediyor. Kendisi sallanınca içi çekilirmişmiş.

Bahçedeki şişme çocuk havuzuna koyunca da yine çocuğun üşütme ihtimaline dikkat çekiyor.

Oyuncaklarıyla yere oturup oynayan Jelibon’a ‘pis’ baktığımız ima ediliyor. Yan komşu teyze de ‘aaa, çocuk yerlerde sürünüyor ayol’ diyerek bizi ayıplayınca daniska oluyor.

Yere düşen oyuncakları ağzına almasına kızıp ‘hayır’ demediğimiz için bu herşeyi ağzına atma huyunun asla geçmeyeceğini söylüyor. Mesela kendi çocukları Jelibon yaşındayken bırakmışmış oyuncakları ağzına götürmeyi.

Jelibon sadece sahildeki kafede mutlu. Derin bir gölgede, denizden esen tatlı rüzgarla sakinliyor. Ama dev brandaların altındaki derin gölgeyle de yetinmeyip 50+ korumalı güneş sütleri sürmemize rağmen çocuk yansımayla yanar diye Anne Şövalye oraya gitmemizi de istemiyor.

Çocuk hala dingildek yürüdüğü için sıklıkla kazaya da uğruyor. Bu da haliyle sorun oluyor.

Özetle, Anne Şövalye, kafasını gözünü patlatmasın, üşütmesin, yanmasın, pis yerlerde oturmasın diye klimayı da açmadan, sadece yönü tavana çevrilmiş bir küçük vantilatörün bulunduğu on metrekarelik bir odada Jelibon’u pusetine bağlayıp kibar bir çocuk da olabilsin diye çocukla 'sakin-sessiz' konuşuyor. Durumdan hiç de hoşnut olmayan Jelibon avaz avaz bağırıyor. 

Anne Şövalye, çocuğun bağırma huyunu da biraz gür sesli olan Hayriye Hanım’a bağlıyor. Hayriye Hanım da ben de tüm olan bitene sadece seyirci olabiliyoruz. Hadi o çalışan bir insan. Ben de huzur kaçmasın diyerek kendi huzurumdan yiyorum. Tatilin bitmesi için saatleri sayıyorum. Arada Düella çıktığı mavi turdan sakin manzaraların resimlerini mesaj atıyor. İçim gidiyor.
 
Her şeye rağmen Jelibon’u Anne Şövalye’nin cıkcıkları eşliğinde birkaç saat önce sahildeki kafeye getirdim. Adam normale döndü. Ben de.

Güya bakıcımız Hayriye Hanım ve babaanne ikilisiyle Jelibon’u sadece arada bir severek ve onunla oynayarak ama şuradaki ağaçların altında göbeğimi kaşıya kaşıya, yanıma aldığım beş kitabı birden bitirerekten bir tatil geçirecektim. Kriz büyümesin diye Hayriye Hanım ve Jelibon’u evden uzaklaştırmaya çalıştığım için her daim yanımda dolaşan Jelibon’un beni görünce aklına gelen türlü şaklabanlıkları yaparak geçti bir hafta.

Offf. Yoruldum valla. Pazartesi olsa da işe gitsem.

Salı, Temmuz 12, 2011

Göteborg'la Eşleşmek


Geçenlerde Göteborg’daydım. Türkler arasında ismi hep komedi unsuru olarak kullanılan bu şehir hakkaten komik. Trajikomik. Daha da gitmem Göteborg’a. Allah göndermesin.

Bizim bir konferans vardı orada. Sabahın köründe başlayan toplantılarım oluyordu. Şehrin en büyük otelinde, konferans salonundaydık. Hadi atıştırmalıklar olmasın salonda. Çayın kahvenin olmadığı gibi su bile yoktu. Parasıyla satın da alamıyordunuz. Kafeteryası, restoranları kapalıydı otelin.

Sadece sabah 10:30’da ve öğleden sonra 15:00’te kahve geliyordu orta bir yere. O da bir fıçı bir şey. Hop diye bitiyordu. İkinci kahve fıçısı gelmiyordu. Toplantın varsa yanıyordun. Bitip de kahve mekanına gidinceye kadar yerinde yeller esiyordu. Bir gün 10:30’da toplantım vardı. Ama bir baktım kahve 10:15’te gelmişti. Koşa koşa koştum. Kupayı elime aldım, tam fıçıdan doldurucam, fıçı başındaki yaşlı garson, “Hayır”, dedi. “Saat 10:30 olmadan alamazsınız”. Ama gelmiş kahve. Toplantım var 10:30’da. Lütfen, dedim. Nooolur, dedim. I-ıhh. Izin vermedi.

Otelin dışına çıkayım, yanı başından bir yerden yiyecek içecek alayım da olamıyordu. Şehirdeki her ama herrrrr yer kapalıydı. Konferans otelinden kaldığım otele yürüyordum kilometrelerce. Taksi olmuyordu. Üşüyordum. Soğuktu da lanet yer. Bir Allahın kulu geçmiyordu sokaklardan. Güya meskun alanlardan yürüyordum. Balkonlarında çocuk bisikletlerinin, bahçe tipi sandalyelerin durduğu bildiğiniz apartmanların olduğu yerlerden geçiyordum. Bütün pencereleri kapalıydı dairelerin. Hiçbir hayat belirtisi yoktu. Şehir adeta acilen terk edilmişti.

İkinci gün dersimi alıp otelde sıkı bir kahvaltı yapmadan çıkmadım. Bütün gün tek öğünüm olacaktı çünkü. Cebime de resepsiyon masasının ucunda duran geniş cam kaselerdeki elmalardan, muzlardan doldurdum. Öyle gittim konferansa. Ama millet açlıktan kırılıyorken elmamı paylaşmam icap etti. Bir katılımcı firma dondurma arabası getirmiş, dondurma dağıttı sağ olsun. Hayrat niyetine, iyi geldi. Duacısı olduk.


Akşama bir müşterimizi yemeğe götürecektim ama açık yer bulabilene aşk olsun. Konferans otelinin çatısındaki restoran akşam 9’a kadar açığım dedi bari. Olsun dedik rezervasyon yaptırdık sabahtan. Akşam 7’de gittik. Toplam 13 kişiydik. Rezervasyonumuz da o kadardı. Sonradan artmadık. Ama bizi restorana almadılar. 13 kişiye iki saat içinde yemek çıkaramazlarmış. Ya daha erken gelmeli ya da önden ne yiyeceğimizi bildirmiş olmalıymışmışız. Bizim ekipten biri arıza çıkarır oldu. Ama hiç oralı olmadılar. Ya bara gidip oturacaktık ya da otele dönecektik. Müşteriye de rezil olduk o ayrı.

Bara oturup soğuk sandviç yeriz bari, dedik. N’apalım. Müşteri de durumu kabullenmiş. O da günlerdir aç. Halden anladı. Ne varsa yeriz, dedik. Tam oturduk, hiç var olmadığını sandığımız bir otel personeli çıkageldi. Montla oturamazsınız barda, dedi. Ya takım elbise ceketi ya da gömlekle oturabilirmişiz. Yani üstümüzdeki kılık ‘spor’ olamazmış. Barın raconu buymuş. Hava buz gibi diye millet yanına ince montlar almış. Gömlek üstü takılıyor. Çıkarsa üşüyecek. Ekipteki kızgın eleman ‘ya Allah bismillah’ dedi kalktı personelin üzerine yürüdü. “Iz dis a cok, haaa?” diye.

Ekip arkadaşımıza engel olduk ama montları da tıpış tıpış vestiyere verdik. Kurallar ülkesi buralar. Maazallah. Bir de karakolluk olmayalım diyip üşüyerek bara tünedik. Bar da bar değil. Güneş batmıyor. Ortalık hep aydınlık. Elimizde kulüp sandviçler. Halimize acıyoruz. Memleketi özlüyoruz.

Meğer yaz ortası festivalleri varmış. O hafta ful tatillermiş. Garsonlar, aşçılar dahi tatil olduğundan kahve bile çıkmıyormuş otelde. Yani bayramda seyranda bizim iller de boşalır ama bu kadar aç bilaç kalındığını bilmem. Marketler illa açık olur bari bir gofret alır yersin.

O kadar sefil oldum ki ben de her gittiği yerde memleketinin nostaljisini yaptığı için uyuz olduğum Türk turistlere benzedim. Zaten memlekete döneli 5 yıl geçti. Ben bayağı, basbayağı Türk oldum artık.