Pazartesi, Haziran 25, 2012

Fotoğrafçı Şövalye

Şövalye işsiz güçsüzlüğün son noktasına vurup günlük gazetelerin insertlerinde çığırtkanca duyurulan indirimli ürünlerin ve kampanyaların peşine düşmeye başladı. Bir nevi kupon kesen teyze – ki bizim evde bir tane var ondan. Hayriye Hanım her türlü masal anlatan ayıcık, aslancık ve Caillou’yu topladı bile eve. Jelibon onların yüzüne bile bakmıyor. Zaten ne anlattıkları anlaşılmayan tuhaf şeyler hepsi.

Şövalye geçen gün gazete eklerinin birinde Satürn isimli elektronik mağazasının Marmara Forum’daki mağazasının birinci açılış yıldönümü sebebiyle o güne özel bir indirim kampanyası görmüş. Kampanyada da indirimli fiyattan Canon marka SLR fotoğraf makinesini görmüş. Birden fotoğrafçılık aşkı kabardı. Marmara Forum’un yerini bile bilmez. Ben de her gün işe gider gelirken E5’te yanından geçerim binanın ama nasıl gidilir bilmem.

Senle geleyim sabah, dedi. Sabah 8’de mağaza açılacakmış. Böylece indirimli fotoğraf makinesini erkenden alabilecekmiş. İndirimli makine on taksitle toplam 1400 TL idi. Yani arada bir gelen fotoğrafçılık aşkı için biraz yüksek bulduğum bir rakamdı. Ben zaten hiçbir sanatı beceremeyenlerin fotoğrafçılıkla ilgilendiğini düşünürüm. Oh, bütün işi makine yapsın. Sen de kendine pay biç. Yani şimdi sözümü kimi meclislerden uzak tutayım. Ara Güler olsun, Cartier-Bresson olsun, bu adamlar başka. Sanatlarına milyon şapka çıkarırım. Benim sözüm etrafıma. Etrafımın %70’inin hobisi fotoğrafçılık yahu. Kimse şiir yazmaz, yazı yazmaz, resim yapmaz. Herkes ha bire fotoğraf çeker. İki martı, bir sokak kedisi, bir balıkçı. Tamam. Ben de bu işte tuhaflık bulurum. N’apiym.

Takdir edersiniz ki Şövalye’ye saydıra saydıra bir hal oldum. O da iplemeye iplemeye bir hal oldu. Fotoğraf makinesini almak için direndi. Uzun zamandır Fransa’da yaşayan Hemşo da o haftasonu bizdeydi. Pazartesi sabahı onu da havalimanına bırakacaktık. Üç kişi o sabah benzer istikametlerde yola çıktık.

Yolda trafik oldu biraz. Şövalye ancak 08:15 gibi Marmara Forum’da olabilecekti. "Geciktin", dedim. "Biter o zamana kadar o makine".

Hadi canım, dedi. Istanbul’da kaç kişi varmış haftaiçi sabah o uzak yere gidip de asgari ücretin iki katına fotoğraf makinesi alsınmış.

Hemşo da Şövalye’ye hak verdi. Kaç kişi olabilirmişmiş ki o paraya o makineyi alacak.

Dedim, hiç öyle demeyin. Bu şehirde herkes fotoğrafçı, herkes elektronik mal düşkünü. 1400 TL’yi verebilecek de çok insan var.

Hemşo’yu yolcu ettik. Ben ofisime gittim. Yarım saat sonra Şövalye aradı. Fotoğraf makinelerini görememiş bile. Mağaza o kadar kalabalıkmış ki, izdiham varmış. Zaten 15 dakika gecikmeli gittiği için mağazanın raflarında hiçbir şey kalmamış. “Türkiye çağ atlamış, bebim. Bizim haberimiz yokmuş”, dedi.

Ben sana demiştim, dedim. Bir yandan da sevindim makineyi alamadığı için. Ama benim de sevincim kursağımda kaldı çünkü üç gün sonra bir iş seyahatim esnasında, yokluğumdan istifade aynı makineyi 1800 TL’ye bir başka yerden peşin almış. Alışını takip eden on gün içinde Jelibon’un 9000 adet fotoğrafını çekti. Fotoğrafları koyacak yeri bırakın, hepsine bakacak vaktimiz bile yok. Zaten sonra da sıkıldı attı makineyi bir çekmeceye.

Ne verimli adamsın sen Şövalye.

Pazartesi, Haziran 04, 2012

İki Numara Yolda

Jelibon için -gereksiz olduğunu şimdi anladığım- çabalar sarf ederek hamile kalmıştım. Binbir çeşit çay ve hap içmiş, Şövalye’ye içirmeye çalışmış, hergün uyanır uyanmaz ateşimi ölçmüş, yumurtlama dönemimi bilimsel bir titizlikle takip etmiştim. Belki de daha öncesinde düşük yapmış olmanın verdiği bir endişe silsilesiyle böyle davrandım. Bana endişe olsun zaten. Hemen sahiplenirim.

Planters’a ise şıp diye hamile kaldım. Hem de köylü kadınlar gibi, son adet tarihimi bile tam bilmeden. İstedik kendisini ama bu kadar erken ummadık ve beklemedik. Doktorumla beraber tarihi hatırlamaya çalıştık. Seyahatten seyahate koşuyordum o ara. Uçak bileti koçanlarımdan vardım ben sonuca. Hmm, şu şehirdeydim, şu toplantım vardı en son regl olduğumda, diye. Doktorum eskiden kalabalık bir devlet hastanesinde ihtisasını yaparken ona böyle son tarihini hatırlamayan çok kadın gelirmiş. Hamileliğin yaşını belirlemek için kritik bu tarihi bilmek. Ona göre bebeğin anne karnındaki gelişiminin normal olup olmadığı anlaşılıyor. O kadınlarla beraber hatırlama egzersizi yaparmış işte doktorum. Ramazan’dan önceydi ama teyze oğlunun düğününden sonraydı, diye tarih hatırlamaya çalışırlarmış. Benimki de biraz o model oldu. O kadar delice seyahat ediyordum ki o dönem, Şövalye de zaten uzun süre çocuğun kendisinden olmadığını iddia etti. Allahtan onu ikna etmeyi başarabildim.

Bu bebeğin adına Planters dedim çünkü onun da ilk ultrason fotoğrafı yer fıstığına benziyordu. Planters biraz erkeksi bir isim sanki. Oysa cinsiyetini de bilmiyoruz henüz. Kız ya da erkek, ben ona Planters dedim bir kere. Geçen hafta bacaklarını kapattı, bize cinsiyetini göstermedi. Elde bir çocuk var, ikincisi değişik cinsten olsun kafası yüzünden ikinci çocuğun cinsiyeti konusu sanki daha bir önem kazanıyor. Meraktan ölen arkadaşlarım bir daha doktora gitmemi tavsiye etse de sonuca etkisi olmayacağı için bu konuda adım atmıyorum. Kız ya da erkek, bilsem de şu dakikadan sonra sonucu değiştirmeyecek.

Her cinsiyetin de artısı eksisi var ve genelleyerek konuşuyorum elbette: Kız olsa değişiklik olur. İdeal ‘bir kızlı, bir oğlanlı’ aile olunur. Kızlar daha uslu oluyorlar. Belki böylece restorana, gezmeye falan gittiğimizde totomuz sandalye görebilir. Her dakika cankurtaranlık yapmak zorunda kalmayız. Kızlara giydirecek daha çok cici şey var. Saçlarını uzatır, bukleleri güzel güzel tarar, toplarız. Kızlar daha çalışkan da oluyor. Ders çalıştırmak için önden sakinleştirici vermek gerekmeyebilir.

Yaşlandığımda da kızım benle daha çok ilgilenir. Beraber alışverişlere ve tatillere çıkabiliriz. Kızlar dilbaz da olur. Saatlerce çene çalabiliriz. Bir ilişkimiz olabilir yani. Şövalye’nin ve etrafımda gördüğüm çoğu erkeğin annesiyle diyalogu süper kısa. Ben ofisteki çaycıyla bile daha uzun sohbet ediyorum. Annemle kavgalarımız sokaklara bile taşsa üç beş güne unutup yeniden vıdı vıdı başlıyoruz. Haftada en az birkaç saat telefondayızdır onunla.

Ama kızlar samimi ve sakin de olsa psikolojileri daha zor. İnatları ve içten içe insanı kurutma potansiyelleri yüksek. Ben de zaten pek kadın kadın bir tip değilim, neyimle rol model olurum ona? Benden çıksa çıksa hırtı pırtı, takıntılı bir kız çıkar. Ben bile içimden hala keşke prenses olsaydım, bütün gün sporda, kuaförde olsaydım, zengin koca bulup çalışmasaydım falan diyorum. Bu iç sesimi kısıp kızıma ‘oku, meslek sahibi ol, kendi ayaklarının üstünde dur ama arada bir aile de kur’ falan demem icap edecek. Bir sürü kendi içinde çelişkiler yumağı.

Hem dünya hala erkeklerin dünyası. Kadın olmak zor. Hamilelik bile zor işte. Her köşe başında kusmaktan helak oldum haftalardır. Doğurmak zor. Anne olmak zor. Anneyken çalışmak, çalışırken bakımlı da olmak, camdan tavanları kırmaya çalışmak, ne kadar çok yardımcın da olsa arada evini de çekip çevirmek zor. Erkeklerin dertleri daha az. Sadece evlerini geçindirecek para kazanmaları beklentileri karşılamaya yetiyor. Kimse bana erkeklerin de zengin ve güçlü olmaları gerektiği baskısından bahsetmesin. Zengin ve güçlü olmayıversin. Bugün işçi/memur maaşlı erkek bile kendi küçük ortamında kral. Kadın ise bin parçaya bölünmüş. Her parçada da devamlı toplum baskısıyla yarış ve endişeler halinde. Erkek olursa belki aynı cinsten olan iki kardeş birbirleriyle daha çok oynarlar, ilerde daha kanka olabilirler.

Sanırım kız olursa kendi adıma, oğlan olursa onun adına sevineceğim. Her türlü sevineceğim. Galiba işte yüzden çok merak etmiyorum Planters’ın cinsiyetini.