Cuma, Temmuz 16, 2010

Taşınma Acıları

Düella’nın taşınma acıları da dinmedi henüz. Hoş, onunkinin dinmemesinin bir sebebi de kendinin ortalarda olmayıp seyahatlerine devam edişiydi ama olsun acı acıdır. Saygı duyup empati kurarız. Bizimki eski eve yeni sahiplik olduğundan eski ev sahibinin bozduklarıyla, eskittikleriyle uğraşıyoruz. Şimdiye kadar evden akıtmayan boru, düzgün kapanan kapı, tıkanmamış lavabo, muntazam açılıp kapanan panjur falan çıkmadı. Düella ise yeni eve yeni sahip ama onun da derdi ayrı. Evin inşaat pislikleri bir türlü temizelenemiyor. Üstelik doğalgazı bir aydır açtırılamadı. Önce bilmem ne dairesine başvurusunda, sonra da elektrik bağlantılarında sorun çıktı. Bin bir bilirkişi, usta geldi gitti. Bu sıcaklarda kızcağızın duş sorunu devam etti durdu. O da sonunda soğuk suda parça parça yıkanma yöntemi geliştirmiş. Bir bütün olarak duşun altına giremiyormuş diye soğuktan önce bir kolunu, sonra öbürünü, sonra bacaklarını, sonra kafasını yıkıyormuş. Eve teslim edilen beyaz eşyaları da servisi beklemeyip kutularından çıkartıp kendisi takmış fişlerine. Annesi aman maman diyince beni arayıp teyit almak istedi. Anneye de güven sonsuz. Dedim geri sok kutularına. Yetkili servis açmadan garantisi başlamaz. Servisi arayıp randevular alınıncaya kadar da günler geçti.

Bütçesinin çok üstüne ev aldığı için eşyalara parası kalmadı Düella’nın. Uzun süre altı her an yırtılacak gibi duran bir şezlong sandalyede çıplak ampül ışığında oturdu. Mobilyaları ancak henüz oluyor. Yavaş yavaş. Taksit taksit. Ama bu yavaşlık bayağı sinir kaşıyıcı anlara sebep oluyor. Sadece tek bir mağazaya giderek aldığı koltuklardan başka bir çabası olmamışken ve mağazada rahat ama evde rahatsız bulduğu koltuklarına alışmaya çalışırken ‘o kadar da kastım, bu kadar oldu’ deme hakkını da buldu kendinde. Ruhen yıpranmıştı, anlıyoruz da ortada kasış masış görememiştik biz.

Asıl kasış Yonc’daydı. En çok o uğraştı eviyle. Lila rengi duvarlarına yasladığı kırmızı koltuklarına pembe halı ve beyaz sehpalar ile sarı avizeleriyle ayrı bir telden çalıyordu. Üşenmeyip şehrin en uzak semtlerine gidip aksesuarlar, eşyalar alıyor; getirip evine koyuyor, sonra bizi çağırıp oldu mu, diyordu. Genelde bu uyumsuz renk cümbüşüne 'olmamış' diyorduk. O da yine hiç üşenmeyip malları geri toplayıp iade edip yerine başkalarını getiriyordu. Kendini bildiğinden satın aldığı her şeyi iade garantili alıyordu.

Ben en çok yaptık bitti sandığımız işlerin yeniden dirilip karşımıza çıkmasına uyuz oluyordum. Feci yorgun olduğum bir alışveriş gününün ardından yatağıma uzanmış, tam oh çekiyordum ki tavandaki pervane lambamın kanatlarındaki arıza dikkatimi çekti. Pervanenin sadece bir kanadının kenarında altın renkli kenar süsü var, diğer üçünde yoktu. Yatağın üstünde ayağa kalkıp pervaneleri yokladım. Diğerlerinin kanatları ters takılmış, süsler tavana bakar monte edilmişti. İçimden bu gerizekalı elektrikçiyi arayıp cinnet yapmak geçti. Daha beter olmayalım diye Şövalye'ye pasladım işi. O nazik nazik konuşur onunla. Bütün işlerimiz bir sonraki tura ertelenmeye devam eder böylece. Bir işin bir seferde bitmesi neden mümkün değildi? Üstelik lamba takmak kadar basit bir işin?

Bütün bu acılı süreçlerimizin en iyi yanı hepimizin evinin biribirine feci yakın olması oldu. Akşamları ‘gazino’ dediğimiz orta noktamızdaki Kahve Dünyası’nda oturup lattelerimizi içip mozaik pastamızı yiyorduk. Hiçbirimizin evi misafir kaldırmalık eşyalara henüz sahip olmadığından bu berbat servisli gazinoya kalmıştık. Sipariş ettiğimiz şeyler bazen saatlerce gelmiyor ve yan masaların hesabını bize yazıyorlardı ama 'size de mecburen geliyoruz yoksa servisiniz rezalet' diye suratlarına söylene söylene burada buluşmaya devam ediyorduk.

2 yorum:

huysuz dedi ki...

hahaha :)) pervane güzelmiş ama, neredendi sorması ayıp?

Adsız dedi ki...

anne şövalye yakındı dimi at kendini oraya bak keyfine taşınmak hep zor badana da öyle