Perşembe, Ekim 07, 2010

Doğumun Detaylı Hikayesi

Sabah 9’da evimizin dibindeki hastanemize yürüye yürüye gittik. 30 Ağustos resmi tatili sebebiyle hafta içi olmasına rağmen polikliniklerde sadece nöbetçi doktorlar vardı. Nöbetçi kadın-doğumcu iki santim açıldığımı söyledi. NST’te de sancılar ancak yirmilerde geziniyordu. (NST, annenin kasılmalarını ve bebeğin kalp atışını ölçen bir alet. Kasılmaların tavanı zannediyorum 100 civarında) Sancımın ve açılmamın az olduğunu söyleyerek eve gitmemi önerdi. Doğuma daha iki gün bile olabilirmiş. Sancım az ne demek, oldum. Ağrıyor yahu. Hem de totomdan beni ikiye ayıracaklar gibi ağrıyor. Totodan mı doğuruluyor, nedir.

Kendi doktorum da telefonla katıldı bu sohbete. Bu sancılar yeterli değil, dedi. Gerçek sancıda öyle oralarda dolanamazsın, dedi. Ben ısrarla biraz kafeteryada bekleyip yeniden NST’ye bağlanmak istedim. Bu arada nasıl canım tatlı istiyor, nasıl anlatamam. Ne zaman acı çeksem tatlıya saldırmamdan olsa gerek kafeteryada mozaik pasta, profiterol, tiramisu, ne varsa yedim. Tekrar NST’ye bağlandım. Sonuç yine aynıydı. Doktor sancılar beş dakikada bire inmeden gelmemizin anlamsız olacağını söyledi. Hastaneye erken yatmak da moralimizi bozabilirmiş. Kös kös eve döndük. Hastaneye yatmadığımızı gören annem evde sancı mı çekilir, diye yine başlandı söylenmeye.

O gün sabah 11’den akşam 7’ye kadar sekiz saat boyunca sancıları sıklaştırmak için ne gerekiyorsa yaptım. Powerturk, MTV ne varsa açıp dans ettim. Yürüdüm, zıpladım. Bütün sancıların sıklığını ve süresini kaydettim. Uzun süre on dakikada bir kaldık. Sonra uzun süre sekizde. Artık her sancıda kıvranmaktan beter oluyordum. Sancımı duyan eve de geliyordu üstelik. Tam seyirliktim. Totomu ovuşturmaktan totom da morarmıştı. Sonunda altı dakikayı görmüştük. Evdeki gazeteleri, dergileri de kapıp çıktım dışarı. Şövalye gazeteleri almamın saçmalığından bahsedip onları elimden alıp eve geri bırakmaya çalışırken apartman boşluğunda ona bağırdığımı hatırlıyorum. “Bir kere de itiraz etme, etmeee!” diye. Niye yanıma gazete, dergi aldığımı bilmiyordum. Sanırım hastaneye gittiğimizde yine yetersiz sancı diyecekler ve bu yalancı sancılar da bitecek de ben de belki biraz yatarak vakit geçireceğimi düşündüğümden aldım onları yanıma. Ama her ne olursa olsun canım burnumda-pardon totomdayken- neden yanıma gazeteleri almışım da bu çok saçma bir hareketmiş de konuşmasını yapasım yoktu. İstersem yanıma takım elbise bile alırdım. O dakika kimse ne yaptığımı sorgulamamalıydı.

Apartmanın kapısına indiğimde yürüyemeyeceğimi fark ettim. Ağrıdan geberiyordum. Üç adımlık yola arabayla gittik. Hastaneye acilden girdik ama kimse doğuran kadını acilden saymıyor memlekette. Şurda bekleyinler yirmi dakika sürdü. Acıdan ağlarken ses çıkarmamaya çalışıyordum, Şövalye de gözyaşlarımı siliyordu. Doğum katına çıkarıldım. Şövalye yatış işlemlerimle ilgilenirken hemşireler bana hastane gömleği giydirdi. NST’ye bağlandım. Ay alet durduğu yerden kayar, hemşire gelmez, ağrım tavan yapar. Artık salmıştım kendimi. Biraz da kattaki hemşirelerin huzurunu kaçırıp biraz benle ilgilenmeleri için bildiğiniz bağırıyordum. O kadar alışık olmalılardı ki cool cool salınmaya devam ettiler. Kateterden kaçışım yoktu. Elimi bin yerden deldiler. Damarlarım zor bulunuyor bahanesiyle. Nedense memlekette hemşireler süper iğne vuruyor aslında ama herkesin damarı zor bulunuyor. Sancımdan kıvranırken kıpırdamadan bekleşip delinmek de zordu be. Ben bağırdıkça hemşireler sancılarımın kırklarda olduğunu ve daha uhuuu bin beter ağrıyacağımı söyleyip moral verdiler. Hastaneye gireli bir saat olmuştu. Nöbetçi doktor geldi ve beş santim açıldığımı bildirdi. Epidüral alabilirmişim anlamına geliyordu bu. İçime sular serpildi ama epidural mutluluğuna erişmem için doktorların raporlar yazıp çizip, bana lağmanlar yapılıp, anestezistin bulunup, konuyu bana anlatıp onaylatması falan gerekiyordu. Bu da en az bir saat sürdü.

Epidural harika bir şeydi. Kızgın kumlardan serin sulara varıştı.

Rahatlamışken suni sancıyı da dayadılar ki açılmam hızlansın. Olsun, nasılsa hissetmiyordum. Sonraki iki saat boyunca açılmam hızlanmadı. Epidüralin etkisi de aniden geçti. O esnada kimseler yoktu. Şövalyegiller ve annemler nasılsa bekleşiyoruz diye kafeteryaya inmişti. Bir tek Yonc vardı yanımda. Ben çığlık çığlığa bağırıyordum. NST’de dur durak bilmeyen tavan yapmış sancılar dakikada biri gösteriyordu. Tek hatırladığım Yonc’un iki elinin tüm parmaklarının hepsinin birden ağzında, bana dehşetle bakıyor olmasıydı. Ha bire koridora koşturup doktor, hemşire kimi olursa kolundan tutup paylıyor, azarlıyor, bana yeni bir epidural iğnesi yapılması için kıyametleri koparıyordu. Sonradan öğrendiğime göre doktorlar Yonc’u azarlayıp korkulacak hiçbir şey olmadığını; paniğiyle kendi işlerini yapmalarına engel olduğunu söylemiş ve bizimkilerden Yonc’a hakim olmalarını istemişlerdi. Ama Yonc’un ortalığı velveleye vermesi işe yaramış, ikinci epidüralim yapılmıştı.

Epidüral ne harika bir şeydi hakkaten de.

Doktorum gelmiş ve fakat doğum ilerlemediği için daha sabaha ancak gelir bebek diyerek gitmişti. Hatta arada sezaryen olayım diye bebeğin yüzü ters demiş, doğum anında epidüralsiz kalmalısın bak daha da ağrıyacak demiş, elinden geleni yapmıştı beni korkutmak için. Hatta bebek Zafer Bayramı’nda doğar istersen bile demişti, ne alakaysa. Benim için bunun hiçbir önemi yoktu. Hatta tam tersine, 31’inde doğsundu ki bayram günü arkadaşları tatilde falanken doğumgünü organizasyonu yapması zor olmasındı. Hem o kadar sancı çekmiştim, şimdi vazgeçemezdim. Sezaryen dediğin gününü alıp gidersen makbul. Hem cefa çekip hem ameliyat olmak istemedim. Gideceği yere kadar gitsin dedim. Bir yandan merak da ediyordum bu ağrının nereye varacağını. Şaka gibi bir şeydi.

Yonc ortalığı birbirine katarken bir an doğurduğumu sandım. İçimden bir şey çıkmaya çalışıyordu. “Bir şey geliyor. Bir şey geliyor” diye hemşirelere seslendim ve bir şey geldi. Pofff diye suyum patladı yatağa. Kovalarca sarı suyun ortasında kalmıştım. Hemşireler karga tulumba beni kaldırarak örtülerimi değiştirdiler. Sonra Yonc saat başında gelip açılmamı kontrol edeceğini söyleyen doktorun gecikmesini fırsat bilip ortalığı yeniden birbirine kattı. Nöbetçi doktor geldi. On santim açılmıştım ve doğum başlamıştı.

Apar topar ameliyathaneye indirildim. Yolda annemleri gördüm. Onlar da sabahlayacaklarını sanarken gece yarısına doğru koşturularak doğuma alınışımdan bir şeylerin ters gittiğini sanıp paniklediler. Herkesin suratında panik görüyordum. Ben ne hissediyordum, bilmiyordum. Devamlı acı çekmekten, orama burama bir şeyler takılmasından artık kendimi koyvermiş, olacaklar olsun olmuştum.

Doğumhane tadilattaymış. Ameilyathanede doğuracaktım. Ameliyathane buz gibiydi, haliyle. Üşümeye başlamıştım. Yeşil gömleklerin altından elektrik süpürgesi hortumu gibi bir şeyle sıcak hava üflettiler vücuduma. Doğurma masası da yoktu. Bir dünya yastıkla dümdüz ameliyat masasını biraz dikleştirip beni yarı oturur pozisyona soktular. Odada en az on kişi vardı. Bana kendilerini tanıtan bir dünya doktor ve hemşire. Hepsi ameliyat insanlarıydı. İlk kez doğum görüyoruz burda, a maa, dediler merakla. Doktorum hala yoktu. Çok yakın olan evinden koşarak içeri daldığında nöbetçi doktor ıkınmamı söylemişti bile.

Şövalye kapıda bekliyordu, 'o da gelsin' dedim doktoruma. O benden de şaşkındı. Geldi ama yanımda durdu. Doğum anına fazla kapılmadı. Yüzümü okşadı, elimi tuttu falan. Beş kez ıkınmıştım. Sonuncusunda Jelibon öyle usul usul değil, bildiğiniz fırlayarak çıktı. Onu alıp yan masada ağzına burnuna borular sokup içini temizlediler. Sonra yüzünü yüzüme yaklaştırdılar. Adam burnumu emmeye çalıştı. Esmer ve kıvırcık saçlı gibiydi. Kan revan içinde değildi. Düzgün ve sağlıklı gözüküyordu. Mutluluktan mı rahatlamaktan mı artık bilemiyorum ama biraz ağladım. Sonra bebeği yukarı çıkardılar. Şövalye de gitti. Ben dikilmek üzere yarım saat daha kaldım. Bir süre sonra bir hemşire geldi ve Jelibon’un apgar testinin 9 küsür olduğunu ve 4 kilo tartıldığını söyledi. İyiydi bizimki çok şükür. Toramandı.

Yukarı çıktığımda artık kimse benle ilgilenmiyor, herkes Jelibon’a bakıyordu. Daha ne olduğunu anlamadan Jelibon’u kucağıma verdiler emzirmem için. Adam yüz yıldır bu anı bekliyor gibi yapıştı. Emdi emdi emdi. Lakin ne emdi bilemiyorum. Kabus devam ediyordu. Tam da tahmin ettiğim gibi sütüm yoktu. Çocuk ağlayıp duruyordu. Hemşireler emzirirsen sütün gelir, dedi. Saatlerce emzirdim ama gelmedi. Jelibon ağladı ağladı uyudu. Ben de uyudum. Ara ara uyandığımda Şövalye’nin hastanenin beşiğinde uyumakta olan Jelibon’u izlediğini görüyordum. Son 48 saatin en güzel anı buydu.

6 yorum:

melontheroad dedi ki...

Baby bluesdan beri ilk defa ağladım sayende:) Toramani çok merak ediyoruz Demirle...arayı uzatma artık hep yaz o kendi kendine de durur:)

Yesim Arpat dedi ki...

Ay benim de anam ağlıyor. Ne zormuş bu iş.

New York Muhtari dedi ki...

Hafiye Allah anali babali buyutsun.

Cektigin agrilari yazarken bile guldurdun ya pes olsun...

Jelibon'a saglikli, uzun yillar nasip olsun...

Yesim Arpat dedi ki...

Bu arada Jelibon babasına benzeyen, kumral bir çocuk olacak gibi duruyor. Doğduğunda morarmış olduğundan ve saçlarının tuhaf sıvılardan karman çorman oluşundan esmer-kıvırcık sanmıştım onu. Hoş, hala her gün tipi değişip duruyor.
Hafiyegillerin tıpkısının aynısı olan çatık kaşları var fakat. O genler asla jenerasyon atlamıyor.

gezicini dedi ki...

sizden haberlere çok sevindim. ne derler, Allah analı babalı büyütsün. bir süre sonra her şey normale dönüyor. biraz sabır lazım.
doğumu çok güzel anlatmışsınız. tebrikler!
Yiğit de selam söylüyor :-)
sevgiler
gorki

Ilk dedi ki...

Hafiye! Bilmiyordum! Tebrik ederim! Cokuz un zamandir ayni sebeple - hamilelik ve simdi 7 aylik bir oglan- blog takibi yapmiyordum. Biz ayni zamanlarda evlenmistik onu hatirladim. Senkronize bloggerlar :)

Tekrar cok tebrik ediyorum. Yavruyla mutluluklar size!

Bir zamanlarin "yok ki"si http://yok-ki.blogspot.com/