Salı, Ekim 30, 2007

Hafiye'nin Heyheyleri

Ardı arkası gelmeyen seyahatlerim bir yandan düğün hazırlıkları öbür yandan. Hazırlıklar derken, yanlış anlaşılmasın, daha niyet aşamasındayız. Şövalye’ye karar verdirtmeye çalışıyorum. Deveye hendek atlatmaktan beter bir iş takdir edersiniz ki. Bu arada yazacak bin tane şey çıkıyor. Not alıyorum hepsini. Sonra da işte bugünkü gibi bir cinnet geçirip hepsini bir taraf atıp bunun hakkında yazıyorum okuyunca kikirik yapacağınız yerde hoydaa olunuz diye.

Bugün Düella yurtdışından döndü. Zorla gittik oturduk yanına. Uyuyacaktı. Izin vermedik. Bıdı bıdı bıdı. Konu dayandı tabii son günlerin yükselen milliyetçiliği, medyanın gazı, doldur-boşalt bir millet oluşumuza, facebook bayraklarını milyon yapıp sesimizi dünyaya duyurma çabası trajikomedisine falan filan. Bütün bu olanlara birisi cinnet düğmeme basmışcasına kızıyorum. Kızdığım şeylerin listesi kabarık ötesi. Konuşulamayan, tartışılamayan konuların hepsine kızıyorum. 25 yıldır devam eden şeyin bir taktiği, stratejisi olup olmadığını da merak ediyorum. Birisinin de çıkıp neden ‘neden’ diye soramadığına kızıyorum. O kadar kızıyorum ki kızgınlığımdan kendimi ağlar buluyorum. Bunca duygu ne hoş, ne sevimli ne Akdenizli ne oryantal bir tat bir doku da biraz mantık da katsak, biraz öngörü, biraz analiz, rapor, ders alma, örnekler bulma, falan? Benim anladığım vatana hizmet bu. Bir oğlun fedaysa öbür oğlunu da feda etmeden, ey şehit babası, ne olur bir kez oğlunun neden öldüğünü, gerekli donanımda olup olmadığını, doğru konumlandırılıp konumlandırılmadığını sorar mısın?

Sonra bütün dünyanın işi gücü bırakmış bize komplolar kurduğunu sanmamıza kızıyorum. Amerika’da yaşadığımı öğrenen bir polis memurunun orada Türklere nasıl davrandığını sorduğunda genelde Türkleri ve Türkiye’yi bilmiyorlar. Avrupa’daki gibi bir hor görme yok dememle onların bunları pisliklerinden yapıyor olmalarını bağırması bir oldu. Amerikalılar pisliklerinden bilmiyormuş gibi yapıyormuş. Nasıl bilmezlermiş 600 yıllık Osmanlı’yı. Bırak okyanusun ötesini, güzel abicim, senin ayakların Roma İmparatorluğu’nun tam üstünde şu dakika. Biliyor musun onları? Susuyorsun tabii. Polisle tartışmasam iyi olur diyorsun. Hele ki tartışma böyle alakasız bir yöne girmişken. Bir tek tarihimiz var yapıştığımız. Sadece çok partili döneme kadar okutulan hani okullarda. Sonrasını öğrenmeye de geleceğe dair projeksiyonlara baz olmasına da gerek duymadığımız. O tarihi de alırsan elimizden, ne kalır bizde?

Sonra eğitimimize kızıyorum. İlkokulda yaşadığım travmalara. Bir dikdörtgen mi üçgen mi ne meselesi vardı. Anlamamıştım da her yanlış cevapladığımda soruyu öğretmenimin beni tahtaya kaldırıp kafama silgiyi tokmaklayışını hatırlıyorum. Sonraki sorularda mecburen yanımdaki arkadaşımdan kopya çekişimi. Ve aslında bu öğretmene çocuğunu verebilmek için ailelerin çırpınışını. 'Şehrin en iyi öğretmeni’nin çocukları sindirmesini. Anlamasa da anlamış gibi yapan nesiller yetişmesine kızıyorum. Bugün hala işte toplantılarda bunları yaşıyorum. Anlat anlat anlat. Anladım diyor. Gidiyor. Bekliyorsun. Adam öyle bir şeyle dönüyor ki hiçbir şey anlamamış. Anlamadım diyemiyor ama. Derse aşağılanır diye belki. O adama da kızamıyorum. Öğretmenime kızıyorum. Ben mesela, çok basit sorular soruyorum anlamadığım yerler hakkında. Bazen birkaç gülüşme çıkıyor sorduğum sorunun basitliğinden ama herkes yine de pür dikkat cevabı bekliyor. Ben bunu Amerika’da öğrendim. Basit sorular sormayı. Bir çocuk gibi, onun kadar basit sorular sorabilmeyi. O kadar aydınlatıcı oluyor ki. O kadar rahat ediyorum ki. O kadar verimli ki.

Sonra gözlemlediğim bir dünya eksik var sektörümde. Raporlar haline getirip binlerce kez sunduğum ta bu işin en üst düzey bürokratına kadar. Çoğunlukla hı hıı deniyor, uzay boşluğuna gidiyor. Bunları sunmaya ısrarla devam ediyorum. Sisyphus’un kaderi gibi.

Amerika’da bütün biriktirdiklerimi buraya getirdim. Yeni işimde yurtdışına bilgi satıyorum, parasını memlekete getiriyorum. Eski ve hala bir şekilde devam eden ikinci işimde yurtdışından bir dünya para kazandırdım, yönlendirdim buraya. Bir yerleri süpürmediğim kaldı. Insan kaynakları da oldum yeri geldi, finansçı da pazarlamacı da. Ne oldu ama? Bugün bir kanka -ismini vermiyorum, o kendini biliyor- bana yeterince çabalamadığımı söyledi bu memleket için. İstesem yaparmışım. İstesem o ısrarla yaptığım sunumları çözümlere kavuştururmuşum. Kendisinin dilinden bir ’sosyal sorumluluk’ lafıdır düşmez ama bir faaliyetini henüz görmedik. Türkiye’de vergi vermeyen bir irtibat bürosunda çalışıyor. Geliri İngilizlerin oluyor.

Tamam ulan, dedim. Atatürk de olucam ben. Bir o kalmıştı. Beş işten vakit kalınca onu da yaparım. Ha, neden? Ben böyle hırt hırt konuşuyorum ya. Duygum eksikmiş benim. Bu memleketin yeterince duygusu var canım kardeşim. Mantığı yok. Bu 'sen yap o zaman’ mantığına da kılım ya. 'Sen yapabilirsin'e de. Herşeyden de ben anlayamam ki! Elimden geleni yapıyorum zaten anasını satiym.

Dip not: Şimdi kankaya öfkeden gelip evde bir saat uzay mekiğinde koştum falan. Hıncımı alamadığımdan bir de yazmaya başladım. Geliri, sermayesi nereye ait olursa olsun her türü ekonomik faaliyetin faydalı ve kutsal olduğuna inanıyorum. Sonuçta ekonomik devinim ve çarpan etkisi (multiplier effect) falan olayı var. Biliyoz. Biraz da ben duygusal ve şapşalca takılmak istedim. Duygu duygu dediniz madem. Nedense biraz şaşkalozlukla geliyor bu Duygu kardeş.

3 yorum:

Adsız dedi ki...

Anlamadim ben, Sovalye neyin kararini verecek? Yazinin basi oyle baslamisti ama sonu Ataturk olmakla bitmis... Kafam karisti.

Yesim Arpat dedi ki...

Şövalye düğünün formatına karar verecek. Mekanına, yiyecek-içeceğine falan.

Kafam karışık. Yazı da karıştı. Çok sinirliyim. Giriş-gelişme-sonuç kayboldu gitti. Yerine sayıklamalar, hezeyanlar geldi.

Adsız dedi ki...

onu bunu birak, 'ben vatan haini degilim' diye ciglik atisin ve gecenin koru beni arayip dert yanisina hala guluyorum:)