Pazar, Mayıs 09, 2010

Tabiata Güvenip İşe Başlanmaz

Yine de Şövalye’ye şans vermeyi sürdürdüğüme hala inanamıyorum. Tekrar tekrar aynı şeyleri yaşayacağımı bile bile, sırf o bu süreçten zevk alıyor diye, onunla defaatle mobilyacıları, tasarımcıları, IKEA ve Bauhausları gezmeye devam ettim. Bana kalsa çoktan en makul ne varsa onu alır bitirirdik işi. Şövalye ha bire fikir, görüş, istek değiştiriyor ve bir daha bir daha aynı yerleri dolaşıp duruyordu. Ben de onunla dolaştıkça isteklerimde keskinleşiyordum. İş içinden çıkılmaz bir hale geliyordu.

Çoğu kez bir takımın bir parçasını beğeniyorduk ama kalan parçalarını başka bir şekilde temin edemiyorduk. Masayı beğensek büfe olmuyor, büfeyi beğensek sandalyeyi beğenmiyorduk. Kimi mağazalar modifiye edebileceklerini söyleyip 'bakın şimdi bu büfeyi 40 santim uzatırız, rengini açarız, yanlarını yuvarlarız, şu araya da bir kapak bir de çekmece koyarız' diye anlatmaya başladığında ben kopuyordum. Tahayyül edemediğim bir şeye tamam demek zor oluyordu. Sağ olsun hiçbiri de güzel güzel çizme, bilgisayarda gösterme zahmetine katlanmadığından hepsi havada asılı kaldı. Biz de masalara büfeler aradık. Baktık olmadı, büfelere masa. Onlara da sandalye derken kuyruğumuzu kovaladık durduk.

Mağazaların yüzde 90’ı modern mobilya satıyor. O bembeyaz dik dik şeyleri görmek beni rahatsız ediyordu. Hele o panel TV üniteleri. Aman allahım. Ben showroom evler diyordum bunlara, Şövalye ise yeni evli Beyaz Türk evi olarak tanımlıyordu. Öyle yüksek beğeni sahibi bir insan olduğumdan değil bu modern mobilyaya uzak duruşlar. Belki de Amerika görmüşlükten. Onu da bilmiyorum. Sadece rahatın tadını biliyorum. Ben rahat, yayılmalık, yumuşak ve yuvarlak hatlı şeyleri seviyordum. Mesela yuvarlak, madalyon dedikleri model sırta sahip sandalyeler gibi şeyleri. Bir kere artık onlardan yapmıyorlar anladığım. Yapan yerlerdekiler de ağır klasik, ağır ceviz, cilalara batmış, altına bünyan serip tepesine kristal avizeler asmanızı gerektiren mobilyalardı. Benim istediğim o değildi.

Atlantic Homes ve Mudo Concept gibi yerlerde aradıklarımdan bulabilseniz de mallar kalitesizlikten yıkılıyordu. Kalitesizliklerini bizzat kendi tecrübemden biliyorum. Amerika’da üç kuruşa alabileceğin Endonezya malı mobilyaları satıyor Mudo Concept. Bu mobilyalar yaş ağaçtan yapıldıklarından ahşabı bir sene sonra çatlıyor durup dururken. Televizyon dolabımın başına da aynen bu gelmişti vaktiyle de ne üzülmüştüm. Hadi onu da geçtim. Adi madi de olsa sırf görünüşlerinden alacaktım ama adamlarda masa varsa sandalye yokluğu, onlar varsa bile büfe yokluğu derdi devam ediyordu. Herşey olsa renk lacivert gibi hiç istemediğim koyuluk ve sertlikte olabiliyordu.

Ben bu çeşit ve rahat yokluğunda boğulurken Şövalye kendinden beklenmedik bir şekilde sonuç odaklı bir hamle yapmaya kalkıştı. Mudo Concept’ten Çin esintili siyah köşeli, demir çubuktan yuvarlak kiliti olan bir büfenin önüne koymak amacıyla rustik kahverengi bir masayı ve girişe koymak için de lükens ayaklı konsolu almaya çalıştı da ben de ‘kendimi öldürücem’ diye sokaklara fırladım. "Renk uyumunu geçtim bak", dedim. "Biri oryantal, biri rustik, öbürü ise barok. Çingene çadırı gibi. Olmaz". Aman ne önemi varmış mimari tarzların. Hem bu tanımları da atıyormuşum. Hem önemli olan sevmekmiş. O da bu parçaları sevmiş, ne varmış. Hem kendince bir tarz yaratıyormuş. Artık karıştırıyormuşlar ya tarzları.

Evet, dedim. Eklektik derler hatta adına da o stilleri karıştırmaya ama elalem yapar eklektik olur, tarz olur; biz yaparız tuhaf olur. Sorun da bu zaten. Biz, dedim, yardım alalım. "Kolum kırılsa kendi kendime tamir etmeye kalkışmayıp doktora, özel bir elbise gerekse terziye giderim. Bu da öyle bir şey. Madem olmuyor, bir mimardan destek alalım. O bulsun bize uyanını. Bulamazsa da yaptırsın ?"

Şövalye bu fikri önce reddetti. Onu mobilya ve yapı marketlere müebbet hapsetseler mutluluktan ölürdü. Sürecin kendisi güzeldi. O arayıştan, o koltuk kumaşlarına dokunuştan, resimlerini çekip ölçülerini alıştan mağdur bırakılmak istemiyordu. Sonra yakın bir mimar arkadaşının bize yardım edebileceğini öğrenince onunla beraber dere tepe dolaşabileceği için bu işe onay verdi.

Mimarla iş bayağı daha tuzluya geliyordu ama ben aradığım kafa ve toto rahatlığına kavuşacak, Şövalye ile elimi kana bulama episodları yaşamayacaktım. Suça bulaşsan avukat parası falan daha aza gelmeyecekti nitekim.

3 yorum:

Adsız dedi ki...

Ya annem cizdi, verdi mobilyaciya. Kumasini da secti. Cok guzel oldu bizim Adana'daki koltuk takimi. Hem de bi rahat. Yayilmaca. Kumasini da gece mavisi tonunda secince, cok havali oldu. Sonra o guzel renk soldu, biz yine donduk anam babam rengi kreme. Olsun, o da gayet guzel oldu.

Tabii bufeydi, masaydi bir sey diyemem de, koltukcular bu isi beceriyor (eger kumas kapli koltuk yaptiracaksan tabii). Kolay gelsin, ev dosemek cok cinnet bir sey. Dak

Yesim Arpat dedi ki...

Koltuk yine en kolayı, evet. Masa, büfe, sandalye, TV ünitesi ve sehpalar gibi daha ahşap yoğun şeyler sıkıntılı.

Adsız dedi ki...

mobilyacı değilsen veya iç mimar görüşüne sahip değilsen ya mimar tutacaksın ya da ne çıkarsa bahtıma diyeceksin ya da ne bulursan alacaksın. feci bir iş bu ama herkesin başına geliyor. bizimki de faciaydı.