Perşembe, Mart 24, 2011

Çoğunluk

Doğum iznimde Jelibon’la güneşli havalarda mahallemizin parkına çıkardık hep. Parkta pek anneye rastlanmıyordu. Genelde orada bebekler, çocuklar ve onların bakıcıları ya da bakım görevini üstlenmiş anneanne veya babaanneleri olurdu. Anneanne, babaanneler 60 yaş civarındalardı. Etrafında çocuk olmayan 70 üstü yaşlardaki birkaç ihtiyar da güneşte kemiklerini ısıtır otururdu.

Bir gün parkta yanıma bu 70+ grubundan yaşlı bir teyze geldi. Hayriye Hanım’dan benim Adanalı olduğumu öğrenmiş. Kendi de Adanalı değilse de görev icabı orada senelerce yaşamış. Hemşerim, diye geldi. Kendini tanıttı. 80 yaşındaymış. Emekli biyoloji öğretmeniymiş. Adana’da bilmemne lisesinde öğretmenlik yapmış. Eşi de hakimmiş. Bir abisi profesör doktor bilmemkim, bir başka abisi de milletvekili bilmemkimmiş. Tam bir Cumhuriyet kızı. Türkan Saylan-2. Bir gururlu da bundan. Sülale silme doktor, profesör, üst düzey bürokrat falan ya. Anlatmalara doyamadı gurur duyduğu ailesini. Arada benimkileri sordu. Çiftçiler, dedim ben. Durakladı biraz. Yakıştıramadı. Sınıf atladım sandı sanırım. Bayılıyorum bu Beyaz Türklerin sınıf bilinçlerine.

Geçenlerde Çoğunluk’u seyrettim DVD’den. Sevdim filmi. Düz ve karanlık bir film, eyvallah. Ama sınıf ve köken bilinci açısından bence Türklere güzel bir ayna tutmuş. Filmin bir sahnesinde baba, genç oğluna kız arkadaşı olarak tanıttığı genç kızın aslen nereli olduğunu, ailesinin ne iş yaptığını sordu. Oğlu ise babasının kızı beğenmeyeceğini düşündüğünden genç kızın Vanlı olduğunu bilmesine rağmen bu soruların cevabını bilmediğini söyledi. Baba öğrensin diye ısrar edince sonra sonra itiraf etti Vanlı olduğunu. Babası bu cevap karşısında oğluna kızdan ayrılmasını emretti. Kız, seyirciye alenen söylenmemesine rağmen Kürttü ve köylüydü. Müteahhit babamız kızın kendini merak etmedi. Kökeni yüzünden kızı kafadan reddetti. Oysa ki genç kız, kendi salak ve sığ oğlundan bin kat daha gayretli, başarılı, efendi bir tipti. Entelektüeldi. Ailesinin okumasına karşı çıkmasına rağmen iyi bir üniversite kazanmış ve kendi parasını kendi kazanıp okumaya çalışıyordu.

Bu kadar dramatik olmasa da benzer şeyleri ben de yaşadım. İstanbullu arkadaş aileleriyle ilk tanıştığımda nereli olduğum ve babamın ne iş yaptığı sorularının cevabı pek beğenilmemişti. Bazen arkadaşlarım da kendi ailelerinden arkadaşlığımıza dair ayar yemesinler diye babamın aslında ‘öğretmen emeklisi’ olduğunu ailelerine söyleyerek ‘çiftçi’ mesleğini düzeltmişlikleri olmuştu. Adanalılığım da(yani köylülük algım) mezun olduğum okullar ve toplum içindeki efendi duruşumla kapanmıştı.

Bir keresinde Etiler'de ikamet eden bir arkadaşımın evine gitmiştim. Annesi evdeydi. Evde misafir annenin arkadaşı bir teyze de vardı. Nereli olduğum ve baba mesleğim öğrenildikten sonra misafir teyze, "Bak görüyor musun, kimler nerelerden Boğaziçi'ni kazanmış, bizim oğlan Etiler'de, üniversitenin dibinde ama düzgün bir okul tutturamadı" dedi. Teyze beni yüceltti mi aşağıladı mı, siz düşünün. Bir yandan Amerikan kolejlerini bitirmiş, üniversite mezunu aileye sahip, evde kendine ait bir odası olan, her türlü özel derse ve dersaneye yollanmış, zamanın gençleri arasında 'havalı' bilinen markalarda kotlara kazaklara sahip bir insandım. Benim Boğaziçi'ni kazanmam 'engellere rağmen' değildi. Taşralı olmam engelli olmamla bir tutulmuştu.

İşin ilginci, çiftçilik Adana’da havalı bir cevaptır. Paran yoksa bile mal mülk sahibisin demektir. Emekli öğretmene sümüğünü atmayanlar çiftçiye hasta olabilir. Sanırım Adana’daki sınıf bilinci paraya endeksli. Istanbullu aristokratlarda ise geldiğin memlekete ve eğitim derecene.

Aslında ben parkta tanıştığım yaşlı teyzeyle yaptığım çocuk yetiştirme muhabbetimizi anlatacaktım. Konuyu saptırdım. Artık onu da bir sonraki postumda anlatırım.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Köylü kadar çiftçi kadar asil insan varmı.