Perşembe, Eylül 06, 2007

Bir Mekandan Diğerine

İlk kez Akdeniz’e güneyinden bakıyorum ya da ilk kez o benim kuzeyimde kaldı. Hangisi daha kolay anlaşılırsa o. Sağlamasını da yaptım denebilir artık bu denizin; her tarafının birbirine benzediğini görmek çok huzurlu. Güvenim bilimsellik kazandı. İnsanına da bulaştırmış kendini. Şöyle ki:

Otele gelirken yolda bir kırmızı ışıkta durmuştuk. Sokak lambalarını izliyordum. Ne kadar alçak olduklarına takılmışım. Patlak ampülleri kolaycana değiştirebilsinler diye olabilir mi ki, diye düşünürken elinde tablasıyla bir adam yanaştı şoföre. Şoför bozuk para uzattı, tabladan bir sap ucunda minik tomurcuk demeti olan bir şey aldı, bana verdi. Hediye. Üçüncü dil ya da daha doğrusu ikinci yabancı dil çok yalan. Çok zorlama duruyor. Araya hep birinci yabancı karışıyor. Çok tuhaf. Tutuk Fransızcam şoförün çok hoşuna gidiyor. Öğretmen edasıyla daha bir samimiyet yapıyor. Bu nedir, dedim tomurcukları koklarken. Yasemin kokusunu almamla ‘yasmin’ demesi bir oldu. Yaseminler Çukurova’da müstakil evlerin bahçe duvarlarından sarkan çalımsı ağaççıkların beyaz çiçekleriydi. Toplanıp demet yapıldığını bilmem. Dalları falan olmaz ki. Sadece çiçeğe yeltenirsin, onu da koparmanla elinde parçalanır gider. Bu sapın ucundaki tomurcuk demeti yaseminlerin kıvrılıp yuvarlanmış halleri. Etrafını ince bir iple bağlayıp demetlemişler. Dibine de limon yaprağından bir çanak yapılmış ki hangi bitkiye ait olduğu belli olmayan sapla demetin bağlantısı gözükmesin diye. Sapı da yaprağı da yaseminleri de ayrı ayrı Akdeniz kokuyor bu ‘yasmin’in.


Bir de ne oldum dememeli. Üç gün önce Bodrum’da Şövalyegiller’de Akdeniz’e veda etmiştik. Sezonu kapadık sanmıştık. Hatta belime yapışan denizanasının yakıcı acısı yazın bittiğinin de acılı habercisi olmuştu. Yaz sonu mahlukları koydaki bütün anneanneleri sudan kışkışlamıştı. Şövalye ısrarla o koyda 15 yıldır denizanası görmediğini iddia edip belimdeki kırmızı kabarıklı acıyı allerjiye yormuştu onunla biraz daha yüzeyim diye. Ki yüzmekten hiç hoşlanmam. Acıdan da. Ama onu kırmak da olmazdı. Sonra eve dönerken karşılaştığımız teyzelerden biri denizanası yapışmış bir arkadaşının gördüğü kortizon tedavisini korkulu sesiyle anlatıp cesaretimizden şaşkın bizden sahil raporu almaya çalıştığında Şövalye’ye dik dik baktım. Ertesi gün bütün site ahalisi denizanası hikayeleri anlatıyordu birbirine. Denize giren insan sayısında gözle görülür bir azalma olmuştu. Yine de o siteyi ve koyunu sevdim. Geçen yıl Türkbükü’nde taş sosyete çıtırları arasında kendimizi şişko, yaşlı ve demode hissederek feci ezilmiştik. Bende hiçbir değişiklik olmamasına rağmen bu yıl ortamın en taşı, en genci ve en jantisi bendim. Ruhuma çok iyi geldi.

Bazen çok uzaklara gitseniz de herşey aynı kalırken taş atımı mesafede bütün algılarınız değişebiliyor…gibi bir ifadeyle anafikrimi yazmadan edemedim zira yazmadan anlaşılmıyor. Sadece Hafiye’ye çağrışıyor.


Bu seyahate tahminimden daha erken çıkmak zorunda kaldığımdan Kerem'le bir kez daha oturup tartışamadık şu çember meselesini. Akdenizlerimizden döndüğümüzde belki karşılaşırız da biraz daha beyin yıkayabilirim. Bilenler bilir, olayım gittiğim yere kankaları toplamaktır. Bir grubu Amerika'ya almıştık da şimdi geri getirmek gerek. Memleketin muhabbeti ve yemeği güzel. Kankalarla daha bir güzel oluyor :)

4 yorum:

Adsız dedi ki...

Tabii tuzunuz kuru...oh gezin bakalim, ben de bu durumda olsam ben de yazar olurdum.

Adsız dedi ki...

Beni beklemeyin TR'ye yakin zamanda.. Ancak bir banka beni "Head of Credit" yaparsa gelirim :) ya da emekli oldugumda..

Adsız dedi ki...

yasemini barbunya sandim ben ilk bakista (!)..

Adsız dedi ki...

Hah... yasasin resimli blog. Ben okumayip resimlerine bakacagim bundan sonra :)

Kerem