Perşembe, Ekim 30, 2008

Air France'ten Bilet

Şövalye bayramda yine iş çıkardı başıma. İşiyle ilgili bir toplantıya gitmek istiyor Avrupa’da. E, ben istemiyorum haliyle. Brüksel’e üç kez gittim geçen yıl. Daha önceki gitmişliklerimi de koy. Zaten matah bir yer de değil. Kriz de var. Onların parası benim paramı dövüyor. Ama Şövalye işini bilir. Şirinlik yapar. Beni kandırır gene. Paris’e de gideriz falan diyor. Eski günlerden kalma Air France milleri var elimde. Şuna bir bakayım dedim. Millerle gidip kankalarda kalırsak krizden az etkileniriz diye.

Air France’in bilet satış merkezini aradım. Beklemeye aldılar. Beklerken de bir müzik dayadılar. Beklemeye dayanamazdım sanırdım ama Allah sizi inandırsın, bir huzurlu müzik bulmuşlar ki dakikalarca hatta kaldım, ne olur daha çok kalayım oldum. Twin Peaks soundtrack-vari bir melodi. Mırıl mırıl, ninni gibi sakin bir şarkı. Şarkı dediysem telefonda hüzünlü ve ıslak sesli şarkıcı kız sadece ve sadece within the miles that lie between us / away with the sea kısmını söyleyip duruyor. Otuz saniyelik bir kesit. Tekrar tekrar dönüyor. Sonsuz bir döngüde hipnotize oldum resmen.

Her an bir müşteri temsilcisine düşebilirim diye endişemden beynim uyuşmuş olmasına rağmen iman gücüyle gugıl penceresine şarkı sözü kelimelerini zar zor girdim. Bu şarkı nedir, kimindir merakımdan. Belki ilerde konuşturmam gerekenler olur, baklalarını çıkarmak için dayarım bu müziği. Hala gerçek bir hafiye olacakmışım gibi hareket ediyorum, evet. Aşırı doz CSI ve Law & Order izlemekten de olabilir tabii. Ya da uyurken artık çinko çatıya düşen yağmur damlaları sesi çıkararaktan bebekleri uyutmayı amaçlayan Sleep Sheep’i değil de bunu dinleriz.

Air France’le içeriden ve dışarıdan alakam biteli iki küsür yıl geçti. Hala çok az şey değişmiş. Yirmi dakika hatta bekledikten sonra tüm temsilcilerimiz meşguldür, lütfen daha sonra tekrar deneyiniz diyip telefonu suratıma kapadılar. Afyonlandığım için kızamadım da. Elli adımlık mesafemde bir
satış ofisleri var. Gitmeye üşeniyorum. Telefondaki müziğe sardırdım. Bir kez daha aradım. Sonra bir kez daha. Bir daha. Hayır, hala biletim yok ama sorun değil.


Perşembe, Ekim 23, 2008

Turaç Kuşu

Geçen yıl bir ekolojistle beraber arazi gezmişliğim oldu. Yurtdışında bir projedeydik. Arazideki ve çevresindeki doğal ortamı gözleyip projeyle beraber ortamın ekolojik dengesinde bir bozulma olmayacağına dair bir onay vermesi gerekiyordu. Normalde Türklerin işi olmaz böyle dertlerle ama işte parayı Avrupalı bankalardan alacaktık. Ekolojik denetim onların kredi verme çarklarının bir dişlisiydi. Mecburen onların dediği oluyordu.

Akşam olmuştu. Yemekteydik. Egzantrik bir İngilizdi ekolojistimiz. İşine aşık bir tip olsa gerek. Tatilinde dahi bizzat gözlemek üzere gittiği uzak ülkelerdeki kuşlardan, böceklerden, ağaçlardan falan bahsetti durdu. Sonra konu bana geldi. Memleket nire muhabbeti. Türkiye olduğunu biliyor da bölgesini, vilayetini soruyor. Adam dünya coğrafyasına hakim bir tip. Adana-Mersin diyince bön bakmaz, belli. Adana-Mersin, diyorum. Sinirli kahkasının ardından tıkanma öksürüğü başladığında ağzındaki lokmasını tükürme kıvamına geliyor. Utanmasam kalkıp ‘helal, helal’ diye sırtına vurucam.

Düzeldikten sonra psikozunun sebebini anlatmaya başladı. 1975’te Tarsus’taki Berdan Barajı’nın inşaatı esnasında oralardaymış. Arazi denetimine çıkarken yanına civarı iyi bilen bir köylüyü vermişler. Önce inşaatın bilmem kaç kilometre çapını arabayla, sonra da bu dairenin içinde yaya dolaşmışlar. Tarlalarda bayırlarda yürürlerken bir kuş görmüş bizim ekolojist. Francolinus francolinus. Turaç kuşu yani. Sülüngillerden, İçel’e has bir kuş. Nesli tükenmekte olan nadide kuşlardan.

Turaç kuşunu ilk kez gördüğü için de çok heyecanlanmış. Yol arkadaşı köylüye göstermiş sevinçle. Bak bak, francolinus, diye. İngilizce bilmeyen köylü, neşe içinde kuşa işaret eden ekolojiste jest olsun diye belindeki silahı çıkarıp kuşa ateş ederek düşürmüş. Avladığı hayvancağızı da gururla getirip ekolojiste vermiş. Bizimki kahırdan mahfolmuş. Köylü bu işten hiiiç bir şey anlamamış.

Hikayeyi hatırladıkça hala içim sızlar. Sızıntıdan çıkar, algıların farkı, bilincin seviyesine dair düşüncelere gark olurum. Yazık, derim.

Cuma, Ekim 17, 2008

Lost'u Neden İzlemiyorum

Krizde ne olur bilemiyorum. Atıp tutmiyim şimdi. Kimsenin bildiğini de sanmıyorum. Düşeşe ev düşürmek isteriz mesela ama bir yandan da maaşa zam gelmemesi ve de primlerden de olmamız kuvvetle muhtemel olduğundan, yani düşeş evle beraber gelir de düştüğünden bir şey anlamıycaz bu işten. Bu ekonomi çarkında uzun vadede herkes aynı aslında. Dal gibi dolarımızla beklesek de mevduatımızda kalsak da borsada takılsak da uzun vadede getiriye baktığında resim değişmiyor. Önemli olan devir dönümlerinde hareketli olmak dersen o da tüccara has bişi. Bizim devrimiz bordroda dönerken düz vites takılırken bu pek mümkün değil. Mevzular sıkıcı. Uzmanı da değilim zaten. Kişisel dileğim bankalar batmasın, düşeş ev bulayım, projelerim iptal olmasın. Hamdolalım yani.

Bir tüccar olaraktan Şövalye zorda da ondan mı bu tripler diyordum. Bir bunalım ayaklarında evden çıkmak istememeklerde, beni sağa sola yalnız başıma yollamaklarda, sormayın. Sebebi belli oldu. O da Lost’a sarmış. Bu krizin ne şekle şemale bürüneceğini kestiremediğinden bir oyalanma ve dikkat dağıtma babında iyi de gelebilir. Eyvallah. Ama durum umarım tropikal adada kutup ayısının ne işi olduğunu öğrenmek için altı yıl beklenmesi kadar patetik olmaz.

Benim Lost alerjim olduğundan seyredemiyorum kendilerini. Şimdi şöyle. Bu Lost salgınının ilk iki sezonunda Amerika’da yaşamaktaydım zaten. İlk bölümüyle beraber işyerinde asansör beklerken, su pınarının etrafında, kahve makinesinin yanında falan geyikleri etrafı sarmaya başladığında şuna ben de bakayım dedim. Yarım istekle seyrettiğimi kabul ediyorum. Bir kere gergin şeyleri izleyemem ben. Haftada en az on saatimin uçarak geçtiği bir dönemde, havada panik durumları yaşadığım bir uçak seyahatinden sonra ‘uçuş korkusu’ bende fobi düzeyinde olmasa bile huzursuzluğuyla kendini belli etmeye başlamıştı. O yüzden ilk bölümüyle bile beni gerdi bu dizi.

İkincisi, müzmin okurlarım bilir ki benim televizyona bağlanma korkum var. Yani gerginliğin yanı sıra bir de her bölümde beş ayrı gizemin çıkıp bunların da birikip budaklanmasıyla, üstüne üstlük sezon arası molalarda akla düşen detayların da uçup gittiği bir ortamda pazıla hakim olma hissiyatı da elimden kaçıyor. Benim gibi kontrol manyaklarına göre bir şey değil bu.

Üçüncüsü, bu Robinson Crusoe triplerinden falan feci sıkılırım ben. Survivor yarışmalarından da. Bu dizide gördüğüm tek şey birtakım elemanların ormanlarda outback’çilik oynadığı. Benim aklımı kurcalayan şeyler Lost karakterlerinin pek de umru değil gibi. Başlarına gelen şeylerin tuhaflığıyla hiç de oralı değiller. İnsan bir tartışır burası ne menem yerdir, ne olmuştur, yoksa Truman şovda mıyızdır falan diye. Bir hikayenin döndüğü falan yok. Adam bir şeyi yapıyor ya da yapmıyor. Sebebine dair olmasını umduğumuz bir fleşbeke gidiyoruz. Ama alakasız bir hatıra çıkıyor. Onu sakla ki iki yıl sonra anlamlansın. Oysa ki ben eğlenmek ve hoşça vakit geçirmek için izlediğim diziden kendime zihinsel notlar çıkarır buluyorum. Kafam bir milyon zaten. Yormayın beni.

Artık biraz salak bir iyimserlikle umuyorum ki bunca esrarın perdesi kalktığında anlamlı bir resim çıkarırım buradan. En iyisi mi bitsin bu Lost – ki Mayıs 2010’da bitecekmiş- ondan sonra bir solukta oturup izleyeyim. Kontrolsüzlük korkusuna en iyi çare bu gibi durmakta. Ha, ama son bölümünde de hidayete ereceğimi sanmıyorum. Ondan sonra eminim ki haaaa olup dönüp dönüp eski bölümleri tekrar izleyip a işte Charlie ondan bundan dolayı şurda bunu dedi, yok işte bilmemne firmasının tabelası şundan bundan dolayı şu sahnede gözükmüştü, yok efendim 8 rakamı o, bu ve şu bölümlerdeki esrarın ortak noktasıydı, gibi parçaları yeniden bütüne entegre etmem gerekecek. Deli misin bırak, demeyin. En ufak detayına kadar anlamadığım şeyler beni rahatsız eder. Uykularım kaçar. Bu esrar parçaları düzenli bir şekilde önümüze konsa zaten anlaması kolaylaşacak. Gizemin kendisi muhtemelen o kadar da kompleks değil, sadece ortaya karışık saçıldığı için bu boncukları dizmek ömrü törpülüyor. O yüzden bu dizi değişik tarzı itibariyle bir çığır açmış olabilir ama açtığı çığıra sevgi ve onay beslemem yukarıda bahsettiğim benlik sebeplerden dolayı mümkün değil.

Dizi dediğin Law&Order gibi, CSI gibi, House gibi falan olur. Her bölümü efendi efendi başlar, biter. O bölümünü bu bölümünü kaçırdım diye dellenmezsin. Üç sene önceki üç saniyelik bir görüntüdeki bir notu beş sene sonraki şeye atfetmen gerekmez. Türk dizileri bile olur. Sekiz bölümde bir seyretsen de konuya hakimsindir paşa paşa.

Cuma, Ekim 10, 2008

Adana Dili ve Edebiyatı

İstanbul’a yeni geldiğim dönemlerde benle biraz vakit geçiren herkes Adanalı olduğumu anlardı. Kolejlerden çıkmış olmaklarla falan İstanbul Türkçesi kapabiliyorsunuz ama gelin görün ki ‘e’ harfini kapatmak işin daniskasıdır. ‘Cem’lere ‘cam’a benzer bir şey derdik o vakitler. Birkaç kişi bu durumla dalga geçince sonradan şemsiye, Gemlik, demlik, benzin, genç gibi ‘e’den sonra ‘n’ veya ‘m’ harflerinin geldiği hecelere her telaffuza geldiğimde ‘e’ kapatma çabasına girişip iyice batırdığımı bilirim. Zaman içinde ben de yontuldum işte. Tam bir Eliza Doolittle oldum. Duysanız leydi dersiniz, o derece.

Tatilde birçok durumda Şövalye’ye tercümanlık yapmam gerekti. Bu kadar çok memleketime has ifadeler olduğunu bilmezdim. Mesela, annemlerin evinin 80’li yılların son dönemini yansıtan kapılarının üst taraflarında vitray camlı arklar vardır. Kapının süsü olsun diye kapı alçalmış işte maalesef. Şövalye de uzun bir adam. Kapılardan sığmayacak derecede değilse bile normal kapı boyu da böyle kesilince adam birkaç kez kafayı gümledi. Hatta da kan oturdu tepesine. Üzüldüm de. Babam da kapıları ‘engin’ bulduğunu onayladı. Şövalye’ye açıkladım. Alçak demek istiyor dedim. Engin, alçak demek. İngin’den geliyor olsa gerek. O engin’in e’si de bir tuhaf çıkmakta tabii. O ayrı mevzu.

Şövalye annemden Adana kebap menüsü tarifini alırken etin cındırığından ayrıştırıldığından ve baharatla avcarlandığından bahsetti. Cındırık için etin sinirli, vıcık kısmına dendiğini, avcarlamanın ise terbiye etmek olduğunu açıkladım.

Baraja gittiğimizde babam eskiden ta ben iki yaşında falanken annemi ve beni motoruna katıp buralara geldiğimizi anlatıyordu. Babam kask takarmış ama annem takmazmış. Ne tehlikeli bir hareket olduğuna şimdi varıyorlar. Babam da kendi kaskını darbeden korunma amaçlı değil de gözlerine mucuk kaçmasın diye taktığını söylediğinde ‘mucuk’ için küme halinde uçan küçük sineklere dendiğini açıkladım.

Ben çok severim diye babam köyden yufka ekmek getirmiş. Şövalye de haliyle yufka ekmeğin kahvaltıda neden ve nasıl yeneceğini anlamadı. ‘Yufka ekmek’ten kastın açık ekmek olduğunu görünce anladı.

Annem tavuğun suyunu ‘araya gitmesin’ diye pilava koyduğunu söylediğinde bunun ‘boşa gitmesin’ demek olduğunu, helke’nin kova anlamına geldiğini, tuluk peynirinin tulum peyniri olduğunu, anarya’nın geri vites , asortik’in sosyetik, bicik’in meme, cardon’un büyük sıçan, cibiliyet’in soy sop, cücük’ün soğanın göbeği, daraba’nın kepenk, ecinni’nin yaramaz çocuk, fallik’in fingirdek, karsambaç’ın pekmezli kar, kukumav’ın baykuş, kunnama’nın doğurma, küncü’nün susam, pelit’in meşe, tosbağa’nın kaplumbağa, tutmaç’ın erişte, çul’un kilim olduğunu ve daha bir sürü şeyin anlamını tercüme ettim durdum.

Diyorum ki Adanaca da dil olsun, Adanaloji bölümleri falan kurulsun üniversitelerde. Çok malzeme olduğunu malzemeyi tuhafsayanlar sayesinde anlıyor insan.

Cumartesi, Ekim 04, 2008

Allahına Kurban ve Hoşşik

Bayram tatilinde Çukurova’daydık. Şövalye’yi yaylaya çıkardık. Yazlığa götürdük. Kebap yedirdik. Annemin çeşitli köftelerinden de yedirdik. Şu meşhur sarmısaklı köfteden de yaptı annem. Hatta kalanları İstanbul’a da getirdik. Acıkan Şövalye bana bunların üstüne limon sıkılaraktan mı yoksa yoğurt dökülerekten mi yenmesi gerektiğini sorduğunda ben anlamadım. Onlar öyle yenir ki soslu zaten. O hiç anlamadı. Nasıl istersen dedim. Yoğurtladı köfteleri. Sonra da “Yahu geçen sefer bunlar suda yüzmüyor muydu? Suyunu pişirmedin mi?” diye de sordu hatta. “Hayır”, dedim. “O dediğin ‘analı kızlı’”. O ne be, oldu. Hani dedim, bunun daha büyük ve içinde kıyma olanları anneleri oluyor, bu minikleri de kızları. Bir tek malzemeden ne çok yemek çıkıyor. Ay lav, lavv, lavvv bulgur yani. Adam anlamaya çalışmadı. “Allahına kurban, hoşşik”, dedi ve kaşıklamaya devam etti yoğurtladığı sarımsaklı canım köfteleri.

Adana caddelerinde fondaki Türk bayrağının önünde elinde silahıyla mağrur duran bir Türk askerinin dev posterleri asılı. Mehmetçik'e destek için hazırlanmışlar. Posterin sol üstünde Adana Demirspor amblemi yer alırken altında iri puntolarla ‘Allahına Kurban’ yazıyordu. Oradan öğrendi bunu.

‘Hoşşik’ kelimesini de Avrupa Yakası’nın bayramda hergün döndürüp durdukları bir bölümünde Aslı’nın yeni nişanlısının Adanalı halası Dilber Hanım’dan duyduk. Yani ben ilk kez duymadım tabii ki. Adanalı halanın yeğeninin Adana’da aslında Meyrem adımda bir başka nişanlısı olduğunu söylemesi esnasında diziye döndüm ben. Hiç seyrettiğim olmaz bu diziyi. Algım seçti Meyrem’i. ‘Meryem’ ismine ‘Meyrem’ derler Adana’da istisnasız. Bir nostalji oldu da döndüm. Konuşmasına devam eden hala, yeğeninin nişanlısına ‘hoşşiklik’ yaptığını da söylediğinde bittim ben. Babama bu kelimenin sadece burada bilindiğini söyledim. İnanmadı. Şövalye ilk kez duyduğunu söyleyip de ne anlama geldiğini sorduğunda yöreye has bir şey olduğuna kanaat getirdi. Hoş tutan demek, dedim. Aslında istemediği halde hoşluklar yapan. 'Yalaka' gibi bir şey ama o kadar da ağır değil. Daha çok ortalık karışmasın, sütliman kalsın diye çabalamaklarda olan kişidir. Ki bu da Adana gibi yerde adamı bozar. Ortalığın huzurunu koruma kültürü olmadığından. Nitekim asla iltifat kelimesi değildir bu. Anlamı negatiftir illa ki.

Dönüş yolunda babam bizi bahçelerine götürdü. Üzerinde meyve olmayan ağaca bakıp ne ağacı olduğunu biliyor olmama Şövalye hayran oldu. Bitkiler için de aynı şey geçerliydi. Bamya, fasulye fidanlarını falan biliyorum diye bir karizmam oldu. Ben bıdı bıdılandım babama yine. Karman çorman bahçelemiş ortamı. Bir armut, bir portakal, bir limon, bir nar. Hiza falan hak getire. Eeeh, dedi. Gel kendin daha iyisini yap o zaman. Daldı gitti ağaçların arasına. Bir dünya meyve topladı. Yeşil portakallar, limonlar, mandalinalar. Kilolarca. Tutturdu bavulunuza koyun götürün İstanbul’a diye. Oralarda bulamazsınız bu kadar güzellerini falan klasik geyikleriyle beraber. Baba yok mok derken baktım Şövalye aldı hepsini. Ne güzel me güzel diyerekten hem de. İşte hoşşiklik budur diye fısıldadım ona. Yiyemiycez bu kadarını, gereksiz belimiz kopacak eve taşıyıncaya kadar. Babam her zaman kasayla çuvalla dayar bunları. Bir insan evladı kaç yüz kilo limon tüketebilir allah aşkına?

Uçağımızın kalkmasına daha vakit vardı. Adana’da bir kafede oturalım bari olduk. Oranın da vardı üç koko bulvarı vaktiyle. İyice koko olmuşlar valla. Bağdat Caddesi halt eder. Oturduğumuz kafenin üst katındaki ev satılıktı. 200 metrekare ve 200 bin liraymış. Şövalye dedim, bak sen sevdin limonları. Paramız en koko yerde ev almaya yeter de. Gel biz buraya yerleşelim. Babamın yanında bakarız ederiz dedi tabi. Havalanında başbaşa kaldığımızda önce herkes esmer diye ortamı beğenmediğini söyledi. Ulusalcılığıyla uğraşırken şimdi ten rengi ayrımcılığı çıktı başıma. Ben de esmerim, dedim. Ben çok tatlıymışım ama. Hoşşiiik.

Check-in sırasında ağır geldi bavul. İçinden çıkarırız artık limonları, dedim. Görevli bu seferlik olsun madem dedi. Bir köşeye oturduk. Arkamızda kavga çıktı. Sarhoş bir adam ortalığa bağırıyordu apır sapır. Bir abi de kapa çeneni, beynimi şaaptın dedi. Bağele gelirsem seni naparım maparımlar oldu. Sonra yumruklar kavuştu. Bir genç kız da sarhoşun üzerine yürüyen abiye ’çocuğunun önünde yapma adamcağıza bırak’ diye bağırdı ve dramatik bir biçimde sevgilisinin kucağına atılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Biz bütün bunlar olurken çantamıza tıkıştırdığımız eklerleri yiyorduk. Şövalye de ’Sen burada yaşamak istediğine emin misin? Ben Belçika’ya İsveç’e falan gidelim. Medeni medeni yaşayalım diyorum. Sen beni tam da hardcore memleket ortamına getirmeye çalışıyorsun’ diye mıkmıklandı.

Tatilde 1.5 kilo almışım. Anneler aslında bize iyilik yaptıklarını sanıyorlar. Ha bire kebaba, köfteye, böreğe boğarak bize aslında zarar veriyorlar. Bu iddiama karşı annem kendini ’burda ye, Istanbul’da yemezsin’ şeklinde kendini savunuyor. İki gündür günde 1000 kalorilik diyet üstüne de bir saat spor şeklinde yaşıyorum. Beş günde alınan kilolar ancak üç haftada gidiyor. Açım aaaaç.