Cuma, Aralık 31, 2010

Bunlar İyi Günlerin

2010’u geride bırakırken, 'ne yıldı bee' demekten kendimi alamıyorum. Seneye başlarken elimize önce evimizin tapusunu aldık, sonra da gebelik testinde pozitifi. Ev sahibi evde altı ay daha oturacaktı. Vaktinde çıkar mı diye endişeleniyorduk. Kerevit’i (ilk pozitifi) kaybetmiştik, Jelibon da gider mi diye endişeleniyorduk. Daha doğrusu sanırım yalnızca ben endişeleniyordum. Şövalye gayet rahattı. Anını yaşıyordu. Derken bu iki endişe de yersiz kaldı. Şövalye’nin beyninde yumurta büyüklüğünde tumor çıktı. Yine ben endişelendim. O kaderini yaşamak konusunda da rahattı. Neyse ki o derdimiz de bitti. Eve yerleşmek, evi tamir etmek, eşya almaklar sıkıntılı oldu yaz sıcağında koca göbeğimle.

Bu sene sadece kendi adıma değil, bütün çevrem adına da ilginç bir yıldı. Neredeyse tanıdığım herkes ev aldı, ev değiştirdi, ev taşıdı. Amerika’dakiler bile. Bir kıyıdan öbürüne taşınanlar, evlenen ve ev alanlar, memlekete dönenler, herkeslerle hep beraber ev ve eşya derdine düştük. Hepimiz bu sene hayatımızı genişletmiştik. Düella ve Yonc’la tesadüfen yine aynı semtte, yakın evlerde olmamız bu değişimdeki sancıyı benim adıma çekilir kılmıştı. Sıkıntılar bastı mı Düella’nın mobilyasız evinde çıplak ampül altında bir çulun üstünde sohbet ediyor, rahatlıyorduk. Arabalarımız çekilme pahasına üç evin ortasındaki Kahve Dünyası’nda pinekliyorduk. İyiydik.

Sonra Jelibon geldi. Ben koptum. Eşyası, boyası nihayet bitmiş yeni evimde yeni bebeğimle sadece arkadaşlarımdan değil, dünyadan da koptum. Bir daha dışarıya çıkamayacağımı, evde adeta yatalak bir hasta gibi ömrümü tamamlayacağımı sandığım iki uykusuz ay geçirdim. Sonra yeniden normale dönebileceğime dair sinyaller aldım, tünelin ucunda ışık gördüm de toparlandım. Yine de eskisi gibi olduğumu sanmıyorum. Bir ağırlık var üstümde. Bir endişe. Eksiliyor gibi ama sonra bir şey oluyor ve yeniden endişe küpleri doluveriyor. O kadar hassas küpler bunlar.

Jelibon 30 günlüktü. Kalça ultrasonunu çektirmeye hastaneye götürmüştük onu. Sıra vardı. Hava güzeldi. Dışarıda, giriş kapısı önünde bekleyelim dedik. Sıramız gelince bizi çıkıp çağırsın diye hemşireye tembihledik. Jelibon, babaannesinin ileri geri hareket ettidiği pusetinde uyukluyordu. Ben de kenarda bir bankta, kafamı elime yaslamış uyukluyordum. Uykusuzluktan mahfolmuştum. Sonra nereden çıktığını bilmediğim bir kadın belirdi. Herşey bir rüya gibiydi. Kadın üç yaşında gibi duran bir oğlana ‘oğlum dur, oğlum gel, oğlum bekle’ gibisinden emirler yağdırıyordu. Oğlanın hareketlerinde bir azalma, bir duraklama yoktu fakat. Kadın sonra Jelibon’a baktı. Sonra Anne Şövalye’ye baktı. ‘Maaşallah, ne güzel, kaç aylık’ falan faslından sonra "Bunlar iyi günleriniz", dedi. "Tadını çıkarın".

Mecazi anlamda değil, sözlük anlamıyla bildiğimiz kan, ter, gözyaşı, endişe, stres, uykusuzluk iyi günlerimizmiş. Bünyem o dakika daha kötüsünü tasavvur edemiyordu. Bu cümleden sonra tuvalete gidip on dakika kadar ağladım. Sonra sıramız geldi. İşimiz bitti. Eve döndük. Ben ağlamaya kaldığım yerden devam ettim.

O günden sonra bunların iyi günlerim olduğunu en az yüz kez daha duydum. Artık önümde beni kötü günlerin beklediğini duyunca ağlamıyorum. Hatta iplemiyorum bile. Kaşarlıktan değil, inanmazlıktan. Şu geçen üç aydan sonraki günlerim o günlerden daha iyi çıktı çünkü. Ya hormonlarım toparlandı ya alıştım ya da ikisi birden oldu. Terlemiyorum. Ağlamıyorum da. Jelibon gazından bağırmıyor. Uykumu da alabiliyorum artık. Ama bunu da söylememem gerekiyormuş. Gecede 5-6 saat aralıksız uyuyor dememem lazımmış. Nazar değermiş. Zaten bu yüzden bu memlekette kime sorsan çocuğu huysuz, uykusuz, iştahsız.

E kimse gerçeği söylemiyorsa ben nasıl bençmark yapıcam çocuğun gelişimini? Allahtan Amerikan forumları var. Orada aslında Jelibon’un az bile uyuduğunu öğreniyorum. Onlar da ne kadar optimist, allahım. Ben buncacık anneliğimle mahfolduğumu deklare edip, bebeği bırakıp Yeni Zelanda'ya kaçma planları yaparken genlerinde taşıyıcı olarak bozukluk bulunan çiftlerin, %75 ihtimalle normal olacak nasılsa diye iki sağlıklı bebeğin üstüne üçüncüyü yapıp arızayı bulmalarını okuyorum. Şaka gibiler. Üçüncüyü yapmakla şaka olmaları bir yana oynadıkları rus ruleti de cabası.

Yani hayat aslında koca bir görecelilik içinde zor ya da kolay, iyi ya da kötü akıp gidiyor. Kriteriniz ne olursa olsun bu günlerin ömrümüzün en kötü günleri olmasını diliyorum.

4 yorum:

melontheroad dedi ki...

En kötü gunümüz böyle olsun! Cheers!

Adsız dedi ki...

Sevgili Hafiye,

Daha iyiye gidecek her şey. Hele bir ağzı kelime tutsun, hele bir yürümeye ve konuşmaya, ilgileri, merakları olmaya, bunlar senin de anlayabileceğin, alaka kurabileceğin şeyler olsun, daha da kolaylaşacak. Çocuğunla bir cafede oturup beraber bir şeyler okumanın, yemenin içmenin, çizmenin keyfini, beraber sinemaya, kitapçıya, müzeye gitmenin zevkini tattıkça daha da hoşuna gidecek. Hele bir yuvaya başlasın, herkesin bildiği kıytırık gerçekleri yeni öğrenip koşa koşa sana atmaya gelsin, gözlerini aça aça biraz da hava atarak "havayı cierlerimize alıyoruz biz annee" gibi saçma sapanlıklar etsin, bak nasıl da daha da keyifli olacak.

Adsız dedi ki...

onu bunu bilmem; ben bugun minno'ya alenen asik oldum! bunlar kesinlikle guzel gunlerimiz. umarim sen 'bol keseden' endise etmemeyi ogrenir, sorumluluk duygundan biraz kurtulur, olaylari akisina birakirsin artik.

Ruty dedi ki...

Alo Adsiz - neden adini aciklamazsin? Kinayacagiz diye mi? Minno'yu aslinda istememistin diye hatirlariz diye mi?

heh he.