Cuma, Eylül 29, 2006

Hafiye Erkek Olsa

Bilirsiniz, benim güzelliğim Allah vergisi. Estetiğim yok. Bütün parçalarım orijinal. Parçaları temiz ve arızasız tutmak da çok emekli bir iş. Hele de Türkiye'de böyle orijinal-doğal-emeği kendinden falan takılmak zor oluyor, tahmin edersiniz ki. İlk kez orijinallikten vazgeçicez ve buraya bir alıntı koyucaz. Yine de bana referanslanmış olmasaydı bunu yapmazdım. Buraya koydum çünkü Tarzancım ( http://hydrodictyon.eeb.uconn.edu/people/sezen/) Hafiye'nin tarz-en erkeğini bulduğunu iddialamış. Keşke ben de gerçek sahibini bulsaydım. Google'ın çıkardığı her sonuca atladım. Hepsinde kimliksiz bir halde, kopyalanakalmış duruyordu bu yazı. N'apalım artık. İyi okumalar!

Tarzan: Aklima sen geldin okuyunca, dedim Hafiye de boyle sevio, impresyonist yavru.

BIM DE ESKI SEVGILIYI GORMEK
Bim'e doğru yola çıktım. Zaten iki adım ötesi BIM. Annemin terliklerini giyip çıkayım be dedim, kim iki saat şimdi bağcık bağlayacak. Ama olgun bir erkek insanda eğreti duran şeylerin başında anne terliği geliyormuş canlar, ben bunu anladım.

BIM her zamanki gibi sakindi. Klima çalışıyor ama soğutmuyordu. Nasıl bir klima be bu diyerek incelemeye başladım. Ama görevli beni bali'ci sandı, çünkü ayaklarımda da acayip terlikler altımda çamaşır suyu sıçrayıp da rengi atmış bir pijamayla pek de güzel bir gaspçı havası veriyordum. "Abi bu klima üflemiyor galiba" dedim. Ama cevap vermedi, işine döndü.

Tam arkamı dönüp gidecekken tanıdık bir ses duydum. Pek bir tanıdık. Sanki bir zamanlar kulağıma "aşkım" ,"seni seviyorum" diyen bir ses. Yavaşça arkamı döndüm. Evet, eski sevgilimdi bu. Bir zamanlar sevdiğim kadındı. Bir zamanlar elele tutuşarak mal gibi gezdiğimiz kadın. Şimdi nişanlısıyla BIM'e gelmiş alışveriş yapıyordu. Bir zamanlar aşık olduğum kadındı bu.

Evet bir zamanlar uğruna canımı verebileceğim kadındı bu.


Ben şaşkınlıktan elimdekileri yere düşürünce bunlar birden irkildi ve hemen arkasını döndü. Ben, beni görmesinler diye hızlıca aşağıya eğildim ama lanet olası BIM'de raf diye bir şey yok ki. Tansaş olsa arkadaki adam seni göremez ama raf yerine kolilerde ürün sergileyen bim sayesinde saklanamadım.

Peki size sorarım. Siz arkanızı döndüğünüzde, devekuşu gibi saklandığını sanan ama ayağında ufak numara anne terlikleriyle tuvalette oturur gibi çömelmiş ve kıç çatalı gözüken bir adam görseniz ne yaparsanız? Işte onlar da öyle yaptılar. Bastılar kahkahayı. Yavaş ve gurur yıkılmışça ayağa kalktım.

Gözlerine baktım. Bana baktı, mahzun bir bakış görmek isterdim ama alay ediyordu resmen. Ayaklarıma bakıyordu. Anne terliği giymiş, parmakları ucundan çıkmış bir ayak. Buydum işte. Sen bu adamla bir zamanlar çıkmıştın. Şimdiki sevgilin çok iyi giyinmiş ama bir bak bakayım ona. BIM'de bu şıklık? Sence de biraz samimiyetsiz değil mi? Ben en azından yakışıyorum buraya. Içimden geldiği gibiyim.

Böyle düşündüm ama sonra küfrettim. Adam kapmış kızı, ben de lavuk gibi pijamayla terlikle geziyorum. Kim naapsın lan beni. "Nasılsın görüşmeyeli?" dedim. "Iyiyim" dedi. "Ne güzel" dedim. "Hıhı" dedi. Gittikçe gerginleşiyordu ortam. Yeni sevgilisi kıllandı mı acaba diye baktım ama "nasıl olsa bu lavuktan bir zarar gelmez" düşüncesi hasıl olduğundan zerre bir tarafında değildim herifin. Adam en ucuz kangal sucuğu seçmekle meşguldu.

"Niye böyle olduk biz?" der gibi baktım. "Ne diyorsun?" der gibi baktı bana. "Niye böyle olduk diyorum?" der gibi tekrar baktım. "Ne diyorsun anlamıyorum" der gibi tekrar baktı bana. "Neyse xtir et" der gibi baktım. Xtir etti alışverişe devam etti. Bir güle güle demeden.

Gözyaşlarımı saklayarak elimden düşürdüklerimi aldım ve kasaya gittim. Bir de peçete aldım, gözyaşlarımı silmek için. Kasadaki görevli yine baliciymişim gibi baktı bana, "paran var mı" der gibi baktı bana, bana bakmasın artık kimse. Al lam paranı der gibi uzattım, para üstü beklemeden çıktım ama sonra hemen geri dönüp şahsiyetsizce aldım paranın üstünü. Tam çıkacakken fiş almayı unuttuğum aklıma geldi. Dönüp onu da aldım. Lanet olsun, bir romantizm de yaşayamadık be.

Eve giderken Serkan geldi yavaşça yanıma. Tek dostum, yoldaşım, üzgün olduğumu anlayabilen tek insan.


"Abi bir şey diycem. Pijamanın arkasında delik var, popon gözüküyor, baya bir büyük"

O günden beri evdeyim. BIM'e de kapıcıyı yolluyorum........

Hasetle Hasret

Şu dünyayı gezenlere feci gıcığım artık. Pek bir çoğaldılar. Dramaların dozu da aynı ivmede. Pansiyon karısı da bir tiyatrolar oynamış, yok Cüneyt'le buluşurlarmış belki. Yollar kesişseymiş de. Türkçeler konuşulsaymış da. Ayol senin biletler bile son dakka ne goller yedi. Hangi organizasyonla, nereye gidiyorsun? Kendini aşmış değil bence kendinden geçmişsin. İnsan ne olduğunu bilir. Sen plan mlan yapamayan bir şaptisin, tamam mı? Dağlarda milis kuvvetlerle takılıyorsun diye kendini bilmek erdemliliğinden vazgeçmesen iyi olur.

Senin Meridyen Cüneyt'in trip de artık klişe. Ben sıkıldım millet sıkılamadı. 30-31 yaşındayım, havalı bir işim, janti bir hayatım var ama alıp başımı dünyayı gezicem felan. Gezsin tabii de ereceğini sanmaları falan geçsin yahu. Ben size dedim taa 27 Nisan'daki " Hangisi Ben?" başlıklı yazımda. Üşenirsiniz bakmaya diye buraya bir daha yazıyorum:

Bir sırt çantası takip dünyayı dolaşmaya çıkanından Uganda'ya, Tayland'a yerleşeninden geçilmez oldu ortalık. Yapamayanlar da yapanlara özenip kendi derdine hayıflanıp durduğu bir çarktır döner oldu. Ben size işin aslını söyliyim. Çekip gidenler de mutsuz aslında. Kendilerini keşfe çıkmak gibi bir yüce bir kılıfa sarmalasalar da eylemlerini, gittikleri yer onları en fazla birkaç gün oyalar. Dedim. Gerisi yine aynı terane. Mekan değişikliği sadece ihtiyaç değişikliği yaratır. Örneklerde gidilen yerlerdeki minimize hayatlardan anladığım üzere aslında yapılan şey ihtiyaçları da haliyle azaltmak üzerine. Oysa ihtiyacımız olan şey uzaklaşmak değil, azalmak. Bir yandan da ancak çoğalırken karakterimizin nüansları beliriyor. Azalırken aynılaşıyoruz.

Şövalye de gezenti tayfadan. Hayır, bir de karizma katmış durup dururken. Karılar paso bunun yolunu kesmelerde, mailler atmalarda, tanışmaya çalışmalarda. Niyeaaah, dedim. 14 ülke gezdin diye niye adam oldun ki? Ben 30+ ülke gördüm ama kimse kendini parçalamıyor benle tanışmak için. Sonra da sinir geldi. 'Ben sadece şehir gördüm de köy, kasaba görmedim de Bolivyalı köylü kızının çıplak ayaklarına bakamadım da, bohuuu', diye cinnet sosuyla karışık.

"Aman da minnom,ne kıskançmış buuu! Senle de gezeriz minnom, merak etme sen"

Kıskanç minno,oldum şimdi. Puf!
Şövalye diplomasisi. Emin ol, gezeriz.

Hem sen... yapamazsın başka yerde ne işin var başka yerde?
Buraya gel, dedim. Kima diyorum, kimaaa?


Salı, Eylül 26, 2006

Javalı Günler

Hata yaptığımın farkındayım. Java'yı evime aldım. Evsiz ya hani. Atılmaktan kovulmaktan bitap düşümüş. Besle kargayı, oysun gözünü; sen tut, Şövalye'yi de gaza getirmeye çalış. Tembelliğe övgü nameleriyle. Kırkından sonra çok zengin olduğunda çıtır mankenlerin üzerine atlayacağı hayalleriyle. Kıstırdım Şövalye'yi mutfakta. "Hmmm. Bak bozuşuruz, ha", dedim. "Dinlemiceksin onu". Dinlemicek. Benden de güzeli olamazmış zaten. Şövalye bazen gaz alırken abartabiliyor mu, ne? Bir mavi boncuk furyası.

Şövalye'yi yemek almaya gönderdik. Hayret ki Java tok. İftar yapmış yeni. Hala oruç tuttuğuna inanamıyorum. Galiba para harcamamaya odaklı bir aktivite oruç onun için. Hayrı sevabı yakıştıramıyoruz ya ona. Neyse işte Şövalye gider gitmez de atladı.

Java: Süper çocuk bulmuşsun. Çok efendi.
Hafiye : Valla öyle. Tahtaya vur. Tık tık tık.

Vakit ilerledikçe Java abarttı da abarttı. Ne şanslıymışım da. Ne ballıymışım da. Hep ama hep bunu duymaca. Hafiye'yle alıp verilmeyen nedir? Ne balı yahu? Hayır, ben şükürdar bir insanım. İş bularak dönmenin güzelliğini takdir ediyorum her dakika. Ama bana bal atan Java ben kendimi bildim bileli yatıyor. Üstüne üstlük aklı başında ve güzel de olan sosyete dilberleriyle çıkıyor. Oysa "ballı" ilan edilen Hafiye senelerce üç kuruş maaşa en zor işleri yaparak, dünyanın en arıza adamlarıyla, paralarını çaldırarak, tepesine çakılarak, evi soyularak, aşağılanarak, beli kırıldığında dahi yalnız malnız ağlaya uflaya yaşadı. Şu anda da ne geliri ultra prima ne de Şövalyesi Sabancı'nın torunu Brad Pitt yani. Yani öyle, "kendi halinde" algılansın lütfen artık. Ultra prima Pitt falan olsun istemem zaten. Şu günlerdeki huzurum yeter. Banu yüzüme yansıdığını söyledi. Huzurun yansır hali DE varMIŞ.


İşe güce bir dolu kulp takılır; ne iş olsa takılır. Şirket mirket tuhaf çelişkileri hayatın zaten. Ama hayır, Şövalyeme laf yok. Herhangi bir şeye referanslayamam. Nazar değdireceksiniz, yahu. Bakın, şuraya yazıyorum. Bu çocuk kaçarsa arkadaşlarım yüzünden kaçacak. Milletin tacizinden ve bana dair arızaların 'ho ho ho' diye anlatılmasından.
Oysa o beni prenses, peri sanıyo!
Bozmayın, yahu.

Cuma, Eylül 22, 2006

Pazarlık Usulü

Dubai'de Doğubank kılıklı bir işhanında ileri geri yürüyorum patronun ardından. Dükkan sahipleri genellikle Hintli. Patron laptop bakıyor. Her gittiği yerde bir pazarlık bir pazarlık. Müthiş zevk alıyor bundan. İzledikçe benim de alışveriş damarım kabardı. Kardeşin de doğumgünü. Şu haspaya bir cep telefonu alayım, hesaplı madem buralar, diye. Dedim, patron ben telefonculara iniyorum, alt kata.

İlk dükkana girdim. Şu telefondan istiyorum, dedim. Zırt alcam. Toplam iki dakika sürmedi işlem. Sonra bir endişe geldi, dedim patronu çağırayım, benim yerime pazarlık yapsın. Bizimki ellerini ovuşturaraktan geldi. Bir pazarlık ki kıran kırana...Pazarlık aralığı küçüldükçe küçülüyor. İne çıka 3 dirhem için- ki 1 dolar dahi etmiyor- ne yeminler edildi ne allahlar çarptı. Sonunda patron, "E, almıyoruz o zaman", dedi. Dükkandan çıkıp gitme tribine başladı.

Hafiye: Patron, n'apıyorsun yahu?
Patron: Alınmaz bu paraya. Başka yerden alırız
Hafiye: Ya şimdi kim oynıycak aynı tiyatroyu başka dükkanda? Sen de eğlen diye çağırdım ben seni. Yapmayın, n'olur. Ben daha yükseğine alacaktım zaten. Üç dirhem için..uhuuu.

Patron: Sen böyle konuşma bakayım burda. Herif arkalanıyor senden. İstediğini belli etme
Hafiye: Ama ama...1 dolar ya.
Patron: Bir mir...olmaz! Bu paraya ol-maaaz.

Satıcıya son bir kez dönüp son teklifini bir daha sesleniyor. Satıcı lanet olsun deyip, çoluğunun çocuğunun rızkından kesmekten muzdarip olduğunu acındırıklıyor. Ben şişiyorum iyice. Satıcı benim hatrıma tamam dediğini söylüyor. Paketleme, faturalama işlemleriyle birlikte geyikler başlıyor. Güzel kadınmışım. Ne kadar da iyi İngilizce biliyormuşum. Patronunki neden iyi değilmiş. Bizi evli falan sanıyor galiba. Patron satıcıyı iyice kafa kola alıyor. Benim annem Amerikalıymış, babam Suudi. Dil anneden, esmerlik babadan yani. Bu arada patronun İngilizcesi gayet iyi. Pazarlık yaparken fenalaştırıyor nedense. Bir tuhaf aksanlar, tripler takınıyor. Racondanmış.

Patron: Bir de Yahudi olduğumu düşünebiliyor musun? Nasıl olurdum o zaman kim bilir?
Hafiye: Düşünmek istemiyorum. Üç dirhem için ayaklarıma kara sular, içime sıkıntılar indirdiğine hala inanamıyorum.

Takılıyor mu, tokatlıyor mu anlamadığım favori repliğini yineliyor:
"Eee. Amerika diil burası, Hafiyanım. Alışman için sana altı ay veriyordum ama galiba bir seneye çıkarmak lazım şimdi"

Pazar, Eylül 17, 2006

Şövalye Lojistiği

Ben kendimi anlatayım istiyorum, kimselerin umru değilim. Herkes şövalyeyi merak ediyor. Hadi abi kimdir, yakışıklı mıdır, zengin midir, diye sormalar da yok, direk tanışma-kaynaşma analizimiz yapılıyor. Gerçekten tuhafsınız. Peki madem...

Şövalye Bey çok merkezi bir güzide semtte, Gayrettepe'de oturuyor. Arabamı çarptığım yer Gayrettepe idi. Florence Nightingale'in sokağı hemen. Çok da erken bir saatti. Henüz evden çıkmamıştı. Zırt geldi. Belki de bilerek kaza yapmışımdır, diycem ama yok valla bana arkadan çarptılar kırmızı ışıkta. Polis raporu var elimde. İsterseniz scan edip buraya yapıştırayım, sorgu sual hakimleri hanımlar beyler.

Biliyorsunuz, pansiyon da Levent'te. Temizlik için Bezar'ı getirmesi de haliyle çabuk olabiliyor. Gayrettepe taş atımı. Geliyor gidiyor işte. Motor da var. Zırt pırt. Kolay oluyor. Allahtan Maltepe'de falan oturmuyor. Öyle uzak uzak, aramıza boğaz girse belki zor olurdu diycem ama demiyim.Yollar hemşerisi denebilecek kadar gezenti zaten. Hatta bakın ancak rötar yapmış olduğu için size bu satırları yazabildiğim uçağın kapısının önüne kadar beni getirdi. Üşenmedi. Araba kullanmayı sevmiyorum diye.

Şimdi Hafiye Dubai'ye gidiyor. Bütün Beyaz Türkler gördü, bir ben görmemiştim. Eksik kalmasın. 5 gün ordayım. Bakalım neler olacak. Gidesim hiç yok. Olan haftasonlarıma oluyor. Ne güzel Hemşo da gelmişti Paris'ten dün gece. Sabaha kadar muhabbet. Tadı kaldı damakta. Usanmışım yoldan, sunumdan. Bir Arap şeyhinin dikkatini çeksem de çekip alsa beni bu hayattan. Rahat ederdim biraz.

Perşembe, Eylül 14, 2006

Java'dan Açık Zarf

Java'yı konuşlandığı eve bırakmak bana düştü. Bakın, 'konuşlandığı' diyorum çünkü bir evi dahi yok. Neresi onu misafir ederse orada kalıyor. Bu da ortalama bir haftayı geçmiyor. En son bekar olan ablası sanırım bir ay kadar dayandı ama o da onu başından atmak için bayağı uğraş veriyor bu aralar. Yolda konuşuyor bu gene bıldırcın bıldırcın.

Java: Kızım, sen baya güzelleşmişsin. Seneye kalmaz evlendiririz seni.
Hafiye: Ya ya. Güzellikle evliliğin alakası yok ki. Hem beni kimse beğenmiyor.
Java: E tabii, güzelliğin üstüne biraz da cilve lazım
Hafiye: Ondan bende yok işte. Nasıl yapıcaz?
Java: Ya bak, mesela, bir abiyi beğendin.
Hafiye: Ee?
Java: Mesela, bir grup içindesiniz. Bir başkası konuşuyor. Konuşana değil, abiye bakacaksın şöyle manalı manalı. Sadece kendisi konuşurken bakarsan anlamaz bu erkekler. Kel alaka bir anda bakacaksın. Cıss, olucak. Bir bak bakayım bana.
(Hafiye gözlerini süzer)
Ya ne manyaksın. Öyle Güllü Güllü bakmıycaksın, kızım. Manalı bak, diyorum.
Hafiye: Ya bakışın manası mı olur, yahu? Yüz ifadesi senin dediğin. Dudakları mı kabartcaz, haşin abla mı olcaz? Ne? Nee?
Java: Neyse, çalışırsan düzelir. Bir de, mesela sen konuşurken ona dokunacaksın.
Hafiye: Yuf!
Java: A, tabii ki. Şöyle 'ahahahayyy' diye gülerken dizlerine hafif tokat atacaksın. Muhabbet ilerledikçe elini daha uzun tutarsın dizde. A, bir de bak şöyle, omzuna dokunacaksın. Bi dokun bakiim.
Hafiye: Sapık!
Java: Hehehe. 'A, gömleğine iplik yapışmış' şeysi de iyidir. Şöyle ufaktan yakaya dokunmak.
Hafiye: Ya, uff. Abi bu hareketler erkekten gelmez miydi, yahu? Ne olmuş dünyaya? Ters yüz olmuş
Java: Ee. Öyle korkuttunuz ki adamları, napsınlar. Açık zarf atmazsan olmuyor, anlamıyorlar artıkın.

Java itiraf etti ki, şimdiye kadarki bütün manitalarıyla iletişimi böyle başlamış. Ona kalsa hiiiiç anlamaz ve de harekete geçmezmiş, Hani Rahşan'a inanabilirim ama diğer minik kuzulardan böyle hareketler, hayatta! Rahşan'a bu kadar takmışlığıma taktı o da. Ne herifler Rahşan'a yazarken, o buna hastaymış da. Lisenin en güzel kızıymıştıymış da. Hadi be, dedim. Konya'da lise okumak vardı, o zaman, şansa bak.

Çarşamba, Eylül 13, 2006

Sıkılan Adam

Sıkılan Adam'ın demosunu şu sayfadan takip etsin Amerikanya'dakiler merak ediyorlarsa .

Bir adam vardı, canı sıkılan...Canı sıkılan...Canı sıkılan...

Beynim patlayacak bu ıslıklı şarkıdan. Mars Attacks filminde dünyayı istila eden Marslıların kötü bir şarkıyla kafalarının patlaması gibi olacak herşey. Dünya benim istilamdan kurtulacak.

Turkcell-im geldiii, sıkıntı gitti..Sıkıntı gitti... Sıkıntı gitti...

IM'i görünce Hafiye sandı ki Instant Messenger servisi başladı cepten. Mantıklı. Cepleri aracılığıyla da çetleşebilirlerse canları sıkılmaktan kurtulabilir Türklerin. Her daim bir oyuncak olmalıdır ya ellerinde. Misal tespih, misal anahtar çevirme, misal cep telefonu menüleri...Hele de o oyuncak muhabbete yol açıyorsa. Değmesin yağlı boya.

Turkcell-im neydiiii? Cep interneti... Cep interneti... Cep interneti...

Hafiye yanılmış ama birazcık. IM, Internet Mobile'dan gelmeymiş.Cep telefonundan internet servisi sağlamaca işi. Yani aslında zaten giriliyordu internete cepten ama bir paket içerik yapmışlar. Öyle dal dal internete girip n'apıcan? Kafadan yönleniyorsun işte. Ha, içerikler, tam nabzı tutmuş. Bugün, eğlence, müzik, spor, chat ve asistan başlıkları altında. Chat kısmı benim anladığım anlamda IM işte. Instant Messenger. Sıkıntı biter. Kesin. Wapblog diye bir şey de var hem. Blogumu oraya da taşıyasım var. Tirajı artsın azcık.

Ya şimdi böyle hırt hırt konuştum ama adamlar piyasaya uygun güzel şeyler yapmış. Dönüp kendi kıçıma bakıp güleyim hem, zamanının en hızlı klavye kullanan çetçisiydim. Bilirsin. De sadece müziği bu –im'in. İçimdeki devreleri kısaltıyor. Üstelik herkes hep bir ağızdan sevmiş sevmiş ıslıklarken. A, bir de, bu servis için 'ihtiyacım olan herşey' denmesi. Diil. O da yanlış. O kadar ama.

Neden bazı şeyler tarifsizce sinir bozarken bazıları da aynen tarifsizce hoşumuza gidiyor ki? Görece görece, nereye kadar? Genel-geçerleyesi var bünyenin.

Pazartesi, Eylül 11, 2006

Trafik Dili

Sahil yolundan git, dediler. Daha rahat olurmuş. Ya ya.
Başlarda uçtum gittim. Dilocan'a da dedim. Kızım çabuk çık, ben 20 dakikaya ordayım, dedim. Paçaları sıvamışım erkenden. Abla bekler Bebek'te.
Ortaköy trafiğiymiş meğer kitleyen durumu ta Beşiktaş'tan tam 1 saat. Yürüsem 15 dakika sürmez. Ortaköy meydanı geçmemle yolda bir araba kalmadı. Hepsi temizlendi bitti, nereye gittilerse.
Ama orada, tam orada bir yerde höö, diye daldı önüme bir araç. İçinde beş abi. Cam kenarındakilerin kollar sarkmış pencereden. Çarpışmamıza ramak kalmış. Sarkan kolların ezilmesine daha da beter.
Nasıl bir adrenalin yükselmesi yaşadıysa bünye ağzımdan, "What the hell are you doing on my lane!!!?" diye bir nara çıktı. Tamamen istemsiz.

Ben bu kadar korktum ama abilerin kılı kıpırdamamış. Sarkan kollar irkilerek içeri bile kaçmamış. Gayet sarkık sarkık durmaya devam ediyorlar. "Abla turist galiba. Hiç de benzemiyo, bak sen" gibi gevrek cümlelerle başlayan durum değerlendirmesi tuhaf mantık çıkarımlarına doğru yol aldı.


Turistsem ateşli ve nemfomanyakım. Nemfoysam her erkekle her yerde fifi yapmaya hazırım. Onlar da bir erkek olduklarına göre ve tabii ki fifi istediklerine göre bu taleplerini ifade etmeliler. Kaçmaz:

Abi1: Ver ar yu fırom?
Hafiye: Bas git, manyak
Abi1: Abla turist diilmiş, oolum
Abi2: E, niye İngilizce konuşuyo ki o zaman?

Niye ki?

Mesela bu şehirde insanlar çıkabiliyor aniden yollara. Kimin gözü daha karaysa o önce atlıyor memleketi ya. Yok, benimkiler açık valla. Geçsinler. Yine de bir muallak oluyor yol veriyor muyum, vermiyor muyum, diye. Bekleşenlere Hafiye'den bir "Go, go, go", geliyor.

Çünkü trafik dilim İngilizce! İlk kez adam gibi trafiğe çıktığım yer Amerika olunca trafiğe,yollara dair bütün terimler ve tepkiler de Ingilizce olmuş. Aa, oldum. Hakkaten. Bu dil olayı tuhaf hakkaten. Hayatıma sonradan giren herşey İngilizce.
Uçaklar, yollar, Çin yemekleri, Southbeach diyeti...misal.

Cumartesi, Eylül 09, 2006

Temizlik Günü

Oya kaçtı, demiş miydim? Bir akşam aradım. Ertesi gün geliyorsun, di mi, diye. Bir adam açtı telefonunu. "Oya'yı birdaa aramayın bu numaradan. O artık çalışmıyor", dedi. E, ev leş gibi. Enkaz devralmışım zaten. Halıda öbek öbek Pansiyon misafirlerinin içki haritaları. Dağınık köşeler, hiçbir yere sığmayan ayakkabılar, ütüsüz gömlekler. Uf, olmadı bu şimdi. Haftalarca da olamadı. Bir türlü Çiçi'yle (abla pansiyon) koordine olup da bir kadın bulamadık. En son ben buldum, sen arama, dedi. Numarası da şu, dedi. İskoçya'dan dedi. O da ayrı bir gezenti. Kadının bana gelme arifesinde yine teyit telefonu açtım. "Oralar bana çok ters, gelmiyorum ne sana ne Çiçi'ye", dedi. Azarladı. Çiçi'ye de haberin yok, kadın yok, dedim artık.

Ağla ağla ütü yapmaktan helak Hafiye. Bünyesi alışık değil ki. Amerika'da ütü masası çamaşır makinesi kenarındaki ücra yerine monte olmuştu artık senelerce kıpırdamamaktan. Bir de burda millet jilet gibi, anasını satayım. Öyle fıyt fıyt iki kez bastır gitsin, olamıyor. Ağla ağla. Yolun karşısındaki kuru temizlemeye sordum. Gömlek başına 6 YTL, dedi. Gömlekleri 6 dolara almışım ben. Ne diyo bu adam? Ağla ağla.

Zırrr! Sabahın köründe kapı. Picamalı mahmur Hafiye kapıyı açar da ne görür. Bir Şövalye, bir de kıvırcık teyze.

Şövalye: Merhaba, bu Bezar Hanım. 20 yıldır bize temizliğe yardıma geliyor. Sana getirdim.
Hafiye: Hoşgeldiniz. E, peki bunlar ne? (Şövalye'nin elinde viledalar, aceler var. Bir erkek külkedisi adeta)
Şövalye: Sende yoktur, diye getirdim. Temizlik için gerekli olacaktır.

Düşüncelilik tavanı. Kıçımdan haberi olan insan. Evlen benle, diye üzerine atlayasım geldi yine. Yapmadım. Teşekkür ve buyur ettim sadece. Cool kadın olmak çok zor, yahu. Daha ne kadar kasabilirim, bilemiyorum.

Bezar, çok geveze bir teyze çıktı. Hemen hikayelere girişti. Ta Şövalye'nin küçüklüğünden beri onlara gidiyormuş. Onun ne kadar sakin, uslu bir çocuk olduğunu anlattı durdu. Yedisinde neyse yetmişinde de o, anlaşılan. Sakin, dingin insan. Aaaah, oldum.

Salı, Eylül 05, 2006

Koko

Altıma seriliverdi usul usul. Gördüğüm duyduğumu bastırdı. Helikopterin pıtı pıtılarını duymaz oldum. İlk kez İstanbul'a tam tepesinden ve üstelik bu kadar yakından bakıyordum. Bu şehir güzel, yahu. Güzel, anasını satayım. Salyalarımı akıta akıta izledim. Aaa, aaaa!! Helikopterle Çırağan'dan Gebze'ye gitti Hafiye. Formula 1'i Executive VIP localarından izlemeye. Yakıştı, yakışmadı; o ayrı mevzu. Haftasonunda yatıp yuvarlanmak yerine oraya gittiğine memnun olmadı ama. Ne işi olur ki arabayla, motorla? Yarışın sonunda "Michael Abi, sen bizim herşeyimizsin!" sloganlarına katılmaktan başka Schumacher'le. Ne işi? Hiç işi.

Ama bu yüzden Hafiye'ye koko dedi, Çıtır. Helikopter ulaşımlı, sosyetik yarış izleyiciliğimin yanısıra otobüse binmiyorum, evimi kendim temizlemiyorum, sadece belli semtlerde takılıyorum, diye de. Bu işe kafası karıştı Hafiye'nin. Koko olmadığı için terkedildiği günler çok tazeydi ki. Kokoluk tanımının izafi olduğuna aydı aklı. Java için hareketli saçlar, kocaman sallantılı küpelerdi. Çıtır için genel Türk tipi ahaliden kopuk olmak demek ki. Şövalye de biraz hak verdi kokoluğuma. Ona göre de kokoyum çünkü yüz çifte yakın ayakkabım var. Niyeeah, yapınca geri aldı ama. Değilsin, değilsin, tatlıcım, dedi. Çıtır'ın üstüne gidince aksine şahit olmadığı şeyler hakkında yorum yapamayacağını belirtip muğlak muallak bıraktı. Tipik Çıtır. Geldiğinde elime bir toz bezi alsam, biraz Bayrampaşa'da seksem yetecek. Java zaten ne yaptıysam saçlarımdan korkamadı.
Kısacası bütün kokoluk iftiralarını bertaraf edebildim. Değilim, dedim işte. Değilim! Başka semtlere gitmememin sebebi yolları bilmemem. Saatlerce kaybolma potansiyelimi bir tek ben değil, bir tek sen değil, alem biliyor. Gözde'nin tavsiyelerini ayaklar altına alaraktan konuşuyorum burada ama ayakkabıların en pahalısı da 20 dolar. Marshalls, Ross. Hem koko olsam Dilocan'a ne yalvarıcam, iş yemeğim var, beni giydir, diye. Bilin de öyle konuşun. Asıl koko Özlem.

Cuma, Eylül 01, 2006

Gelen Gelene

Gözde geldi. Aradı da. Geliyorum hemen, bile dedim üstüne. Sonra bir şövalyelik işim çıktığından söz verdiğim saatten daha geç buluştum. Sitemli sitemli kızdı. O da haklı. Özlemişiz. Aylardan sonra ilk kez dört Atlantalı hatun buluştuk! Önce Atlanta dedikoduları bitti. Sonra İstanbul. Sonrası Beyoğlu sokakları. Markası kahkahalarıyla çın çın, yüksek ökçeleriyle çıt çıt, minik eteği ve dekolte t-shirtleri içinde bir sarışın...süslü. Daralından eser yok. Burada mutlu.

Ondaki bu neşe farkını hissedince kendime baktım. Acaba ben burada mutlu muyum, diye düşündüm. Bunu hiç düşünmediysem iki aydır... o zaman. O zaman.İnanmıyorum.Evreka!!! Moravia mı, kim bir yazar çizer işte, diyordu hani, ‘mutlu muyum’ diye sormadığınız zaman aslında mutlusunuzdur, diye. Yani mutlu olcam diye uğraş didin, okullar bitir, paralar kazan, dünyayı gez, manitalar yap, giyin kuşan, ekstrem spor yap. Diyelim tuttu. Sonra da farkına varama!

Yahudiler ama daha bir disiplin sahibi yaklaşmış olaya. Mutluluk nerede olduğunu bilmek ve orada durmak, demişlermişti. Sıklıkla kendimi hala Amerika’da sanıyorum. Özellikle sakin bir anda. Bir koku bir anıya dönüşünce. Eski filmler makaraya sarılıveriyor. Bir tahterevalli durumu. Duygusal anlamda. Bilmek ve durmak kısmı, cık, olmadı. Hadi diyelim iki tanımdan birini tutturduk. Bu da bir başarı. Ama zaten ‘mutlu muyum’, diye sordum, yandım. Soruyorsan mutlu değilsin ya. Hafiye düğümlendi gene. Çıtır’la bir konuşsa iyi olabilir.

Birazdan Moğuz geliyor. Bakalım ne panikle gelecek. Gelmeden nasıl buluşacağız diye bin kez zordu zaten. Hani sanki yılbaşı gecesi Times Square’de buluşacakmışız gibi endişeler. Yonc da hala aramadı. Bu akşam Moğuz’la başbaşa alem yapmak zorunda kalırsak beni yıpratır diye korkuyorum. Ah, kimse vefalı değildir de, dostluk ölmüştür de, o da bel ağrılarıyla yoğrulmuştur da...Bu akşam arayın, dedim!