Cuma, Haziran 29, 2007

Şair Oldum Sevgiliye Şiir Yazdım Ben de

Düella şiirler döşedi sitesine. E, 'tatlı' bir rekabet söz konusu ya, ben de geri kalmıyim, dedim.

Geçenlerde çok mühim şahısların olduğu bir toplantıda önümdeki kağıda önce çiçekler çizdim, sonra imzamın ucundan bucağından biraz çekiştirirsem daha karizmatik olabilir mi diye test ettim. Sonra bir bakmışım, aşağıdaki şiiri yazmışım. Şiir yazan, yazabilen bir tip değilim. O kadar structured olamıyorum. Söyleyeceklerimi uzuuun uzun anlatmam gerek, rahat rahat. Ondan. Şu hayatta toplasam üç, bilemediniz beş şiir yazmışımdır- ki bunların bir tanesi 1984 yılında Orman Haftası'nda ödül alan ağaçları kesmeyelim mesajı veren bir şeydi. O kadar nadir yani. Değerini bilin. Daha doğrusu Şövalye bilsin. Bunu ona hitaben yazdım oldu.


Abur Cubur

Yirmi beş santim ötemdeki
şu fındıklı kurabiyenin kokusu
gıdığının kokusunu andırmasın mı?
Aaaah, olup fırt fırt yaparken
burnum boynuna gömülü
bir mıncır hülyasındayken
patron bir soru sordu
ki duyamadım neydi
Rezaleti bir yana
hafiyesiyim ya her bir şeyin

merak ettim mesela,
neden bütün abur cuburlar
bana seni hatırlatıyordu?
ya da ben seni
neden abur cuburlar gibi seviyordum?
Sevmek sindirim gibi
ağzımdan mı başlıyor ki?
ya da iştah açıcı niyetine
kokusundan, buramından mı?

Salı, Haziran 26, 2007

Salonumuz Klimalıdır

Dışarda yemek demek kebap yemektir zaten Adana’da. Öyle İtalyanmış, kuzinmiş, bistroymuş, geçelim hepsini tek kalemde. İsmi bile restoran değildir dışarı yemekçilerinin. Kebap Salonu’dur. Bu salonlar da klimalı olsa konforu olsa keşke deriz hep beraber.

Klima şart hakkaten. Birkaç gündür defaatle ruhumu teslim edeceğim sandım. Bu sıcaklardan yana ne kadar şikayet etsem azdır. Utanma belalı Şövalye dahi evde donla dolaşmaya başladı. Bütün pencereler açık ama yaprak kımıldamadığı gibi küçük parmağımız dahi kıpırdamayabiliyor pestilliğimizden. İki günlük sıcak tatili genciz güzeliz diye bize verilmedi. Bari işe gelip serinliyoruz.


Bana Adanalısın, Atlantalısın, alışıksındır, diyorlar. Yok böyle bir şey. Güneylilikle duyulan gurur sıcağa dayanıklılık ba’bında değil maalesef. Bizimki bol baharatlı yemekleri yiyebilirlik, dandunluk, saman alevi cinnetlikten öteye bir şey değil. Adana’da yazları şehirde durmazdık ki. Yaylaya çıkardık. Buz gibi. Okul kapanır, akşamına biz giderdik o sadece kuşun uçtuğu ama kervanın geçmediği dağ başına. Okullar açılmadan önceki gün de dönerdik. Tek kanallı TV dahi çekmezdi de Suriye kanallarından Esteban’ı izlerdik. Hoş, oralarda da şimdi siteler kurulmuş da gençlik dolmuş da piyasalar yıkılmış da yaz aşkları yaşanır olmuş. Oysa civarda konaklayan yaşı bana en yakın olan insan 97 yaşındaki Emine Nene’ydi o vakitler. Ya hep diyorum feci bir jenerasyon benimkisi. Tüm acısı bana. Kokosu kardeşe. 10 yıl erken gelmişim şu dünyaya derim, başka bir şey demem.

Atlanta’da ise sıcakla aramız park yerinden binaya kadar olan beş on adımda kaldı. Yaz kış 20 derecede yaşadığınız karpostallar kadar düzgün bir yer orası. İçerilerde tıkıldığımı da hiç hissetmemişim. Tamam, cayır cayır sıcakta kafelerde dışarda oturmuşluğum da oldu da, böyle kaçışlarınız olabiliyor orada. İki dakika içeri girip serinleyip falan. Serin havaya uzun ve kesintisiz bir maruziyet dönemi geçirmedim kendimi bildim bileli yahu.

Sıcaklardan mıdır bilmem, Şövalye de ben de biraz tuhaf tavırlar sergilemeye başladık. Bana bir hediye aldığını sanıyorum. Kutusunu gösteriyor ama açmıyor da vermiyor da (cinsel anlamlar çıkartmayın burdan, sözlük anlamları çıkarın). Sonra da kikirdeyip çekmeceye kaldırıyor. Sakın açma, diyor. Hayır, ben de hıyar gibi gidip açmıyorum o duştayken ya da dışardayken. Deli gibi merak ediyorum ama açıp bakmak da istemiyorum. Gördüğüm şeye sinirlenmekten korkuyorum galiba en çok. Bu sıcaklarla Adanalıların 3. sayfaya konuk çıkma sayısı arasında bir sıkı bir korelasyon var zaten. Görmiyim de sinirlenmiyim de en iyisi mi. Bir kaza maza çıkar elimden.


Allah muhafaza madem işte bugün artık bir klima aldım telefonla. Görmeden. Bakmadan. Eve bıraktılar. Yarın da servis ayarladım. Gelip takacaklar- ki bu müthiş bir şey. Klimacılara talep tavan yapmış, en erken bir hafta sonrasına randevu veriyorlar. Artık salonumuz klimalıdır. Pansiyon'a konfor açısından bir gol daha attık efenim.



Cuma, Haziran 22, 2007

Hafiye Kesitleri

Yine trilyon dolarların peşine düştüm. Bu süreçte kendimden de birkaç tahtayı peş yollarında düşürdüğüm için yani allah sizi inandırsın tipim de modum da metamorfoza uğruyor. Üstüne bir de havalar sıcak mı sıcak. Bu haftasonu 45 dereceyi bulacak bir İstanbul düşünün. Cereyan yapmayan, kıpırtısız bir en üst kat evi. Cilası ise en soslu tarafı. Sular da kesiliyor benim evimde. Barajlardaki su seviyesi bu yaz %40’mış, geçen yıllarda %85’lerdeyken.

Kendime kokuyorumdur zaten ama başkalarına kokmadığımdan emin olmak için burnumu gövdemin değişik yerlerinde fırtlatırken, bir an önce eve gidip duş alma hayalindeyken sular akmayabiliyor. Her tip restoranın önüme bol kepçe bıraktığı şu kolonyalı mendilleri allahtan süpürge bir tip olduğum için çantalara atı atıvermişim. Ters çevirip salladığımda yatağın üstüne onlarcası dökülüyor. Bunlarla silinerek bir çeşit teyemmüm ediyorum işte.


En fenası da ayaklar. Topuklularla vitesli arabalar, hele de benim beyaz traktör zor kullanılıyor. Beyaz traktörüme şirkettekiler Porsche diyor. Sabahları marşına basar basmaz mahallenin kedileri kaçacak delik arıyor. Küçük akıllar kaçıyor. Bazen pencerelerden başlar uzanıyor. Öyle fena bir gürültü. Neyse işte, pabuçları çıkarıp kullanıyorum bu traktörü mecburen ama ayaklarımın dibi simsiyah oluyor bu sefer de. Artık sular kesik, saçlar yağ içinde. Ayaklar simsiyah. Yakındaki kuaförü banyo belledim. Maksat temizlenmek. Süslenmek değil. Ama her gittiğimde ne utanmak.

Türklerin şu plazma mı LCD mi her ne zımbırtıysa o ince ekran TV’lerle olan aşk ilişkisini anlamakta güçlük çekiyorum. Oldukça yüksek fiyatlı olmalarına rağmen her ortamda varlar. Ofislerde muhakkak. Sanırsınız ki dünyayı anında izlemek ihtiyacında uluslararası borsacılar hepsi. Yani ancak öyle bir durumda kıyılmalı bu paralara bana göre. Vaktin nakit olduğu hallerde. Ya da işin belki televizyonculuktur da olur, halbuki çatal bıçak satan şirketin insan kaymakları müdüründe dahi var bunlardan.


Aman ne bileyim. Benim evde de var işte ama bu huplaya atladığımı iddia edemeyeceğim. Evim bit kadar olduğu için ince bir şey olması gerekiyordu TV'nin. O kadar. HD-ready bir Samsung’umuz var ama yayınlar HD’nin yanından geçmediğinden görüntü rezalet. Altyapı zerre önem arz etmiyor; tüm Türkler ready bu HD’ye. Dükkanda gördüğümüzde enfes dağlar, göller üzerinden paraşütlerle atlayan tiplerin kameralarından çıkan cıncık gibi görüntüler vardı. Meğersem onlar DVD’ymiş. TV yayını değil. Kandırıldık. Hadi ben cahilim yayın kalitesi konusunda ama Şövalye de bilirkişi çıkmadı. O zaten pek seviyor böyle şık ve sleek şeyleri. Fonksiyon artçıl bir motivasyon Abi'de. A, bir de herkes birbirine arabasında GPS olup olmadığını soruyor. Reklamlarda ha bire GPS-ready olmadan bahsetmece. Önemini vurgulamaca. Olanlarınki çalışmıyor yalnız. Yolların sokakların henüz sistemli bir uydu şeysi, sokakların girilip girilemediği falan belli değil. Keşke başka şeyler için de hazır olsak böyle erken erken.

Tam bir saksağanım bugün. Stresten. Valla billa. Özlem’e sorun isterseniz. Şimdi bu trilyon dolarların peşinde birazcık profesyonel gözükmek ve en çok da temizlik uğruna ziyaret ettiğim kuaförde de vardı bu ince ekranlardan birkaç tane. Hepsinde de Türkçe pop klip kanalları açık. Her koltukta bir sahte sarışın. Dip boya yaptırıyor. Kafalarında saçlarını uzunlu kısalı, antin kuntin gösteren çıtçıtlar. Ne çıksa ekranda hep bir ağızdan söylüyorlar. Kuaför oğlanlar, saçları süpüren çıraklar, saraşın kadınlar, hep birlikte “Yan yan yan yanmam lazım. Daha yol almam lazım.”


Adeta bir müzikal sahnesindeyim. Hair olabilir. Müthiş eğlenceli. Şimdi anladım bu ekranların önemini!

Salı, Haziran 19, 2007

Gelin Kesesi

Dilocan’ın bekarlığı sona ermeye yüz tuttukça görüşme sıklığımız neredeyse hiçe düştü. İçime sıkıntılarıyla birlikte tabii. Ben aradım, o düğün hazırlıklarındaydı. O aradı, ben yurtdışındaydım. Görüşmeye görüşmeye unutucaz birbirimizi diye gene son bir çaba. Derken aniden çıkageldi kokoş kokoş. Tam onun tarzı. Çat kapı. Kaynanası seviyor olmalı. Tam da Düella ve Çıtır’ın üstüne geldi bir de. Hem de pizzamızı yerken. Cümbüş.

Yani Türk bir insan Ekim ayında ta Temmuz’daki düğününün tarihini koydu da dokuz ay boyunca her boş dakikasını nasıl bunun hazırlıklarına ayırdı, ben anlayamadım. Hayır, öyle yeni ev kuruyor falan da diller. Eniştenin hazır evi var. Oraya iki bavul daha götürecek hepi topu. ‘Düğün’ hazırlıkları, diyorum. ‘Evlilik’ değil.

Ne eksik kalmış? Duvak ve kese, diyor. Kese bakmaktan geliyormuş. Nişantaşı’nda 300 yuroymuş. Şu gelinlerin misafirleri öperken elinde dolaştırdığı, içine altınımızı attığımız bez torba yani. Üç yüz yuro. Biz dikelim sana, dedik. 200’e dikeriz. Bezden büzüp. Biri demiş ki Fatih’te bir Gelinlikçiler Çarşısı varmış. Orada ucuza bulabilirmiş. ‘Aferim Dilocan’, dedim. ‘En azından bir tarafın hala amele kaldı. Bu kokoşluk tüm bünyeni sarmamış henüz. Rahatladım yahu’ demem bitmemişti ki bize Fatih’e nasıl gidildiğini sordu. Ben zaten bilmem. Turist ben. Varsa yoksa iş, ev, Pansiyon, Boğaz. O kadar. Düella da Balat’ta Malat’ta entel nostaljiler yaparken geçmiş içinden. Oralardan başlangıçlı bir yol tarif etti.

Şu ekmek kaç para bilmeyenlerdeniz galiba, dedim. Ki doğrudur. Bilmem. Ekmek yemiyorum ki. Pasta yiyorum. Muzlu rulo olanından. Ya da bol kepekli, lifli dilimli poşet ekmeğinden alıyorum. Onun da fiyatını bilmiyorum. 1,5 yetele de olabülüüü 3,5 yetele de. Gerçekten hatırlamıyorum. Şımarık ve sahte dünyalı cadde kızı mıyız şimdi? Ama Allah var, Amerika’da hepsinin fiyatlarını biliyordum. Markasını da. Lif oralarını da, kalorilerini de. Burada hiçbirini bilmiyorum. Algılarım mı şaştı yoksa diye bir yokladım. Yok. Önceliklerim şaşmış. Artık öyle beş buçukta işten çıkıp sonsuz gibi gözüken akşamüstlerinde süpermarkette saatlerce alışverişle vakit harcayamıyorum. Yerine sonsuz muhabbet koymuşuz. Paso laklak. Konuşmasam da izlemesi çok eğlenceli. İstemesem de çıkı çıkıveriyor illa ki bir yerden.

Ertesi gün öğlen Dilocan mesaj attı. Duvak, toka ve keseyi toplam 100 yetele’ye Fatih’ten almış. Şiddetle de tavsiye etti.

Çarşamba, Haziran 13, 2007

Şövalyeli Günler

Geçen haftasonu sosyal kelebeklerdik. Nikahlar, düğünler, arkadaşlarla buluşmalar, mezunlar günleri, uhuu. Arada hatta bir doğumgünü partisini sattık bir başka ekibi de yüz üstü bıraktık. Çünkü artık cinnet geçiriyordum. Zaten iki haftadır birbiriyle alakasız üç destinasyona gitmiş gelmişim. Her bir bavulun ağzı ayrı açık. Birinden mayo sarkar öbüründen hırka, bir diğerinden koskocaman dosyalar. Ev desen 60 metrekare. Daha düğünden kalma pırıltılı ayakkabılar, firketeler ortada. Efendim, Şövalye söz vermiş. Havuz başındaki doğumgününe gidermişiz mezuniyete uğrayıp. İçine de giydi mayosunu. Poposuna bez bağlanmış gibi pofidik pofidik dolaşmakta. Hadi bir çanta yapayım madem, güneş yağı, mayosu, terliği, iki saat mezuniyet, iki saat de doğumgünü yapsak, yarım saat de arada yol yapsak diye hesaplıyordum ki gerçekten ama gerrrrçekten asabım bozuldu. Yeter, dedim. Ben evde oturucam. Hiiiç bir yere gitmiyorum.

Çok mu huysuzmuş bu bebito, dedi. Öptü kokladı. Çıkardı beni dışarı. Gitmeyiz doğumgününe, tamam, dedi. Almadım ben de yanıma bir şey. Ama mayo bezini çıkarmadı altından. Haşır huşur yanım sıra yürüdü. Mayosuz da olurmuş, yine bir saatçik de olsa doğumgününe gitme konusunu açmasın mı yolda? Bu adam kadar sakin sakin tutturuk yapan biri daha var mı acaba şu dünyada?

Şövalye’yle tanıştığımızdan beri 14 kilo aldı. Geçen yıl mezuniyet gününde onu 73 kilo gören bu yıl 87’lik haline şaşkın, merhaba’yı tamamlayamadan göbeğine kilitleniyorlardı. Moralimiz bozuldu elbet. Zaten annesi de oğluna zeytinyağlılar pişirmediğimi, onun yerine ayvalık tostu, ıslak hamburger ve muzlu rulo pasta yediğini öğrenince biraz ayar vermişti. Kolesterol ölçümleri de önerdi. Düğündeki lise ekürileri de almış kiloları ama onlar suçu evliliğe attılar. Lakin karıları hala çıtı pıtı. Erkekler mutluysa kilo alırmış. Ondanmış. Bizimkinin aslında ne kadar da şanslı bir mutlu olduğuna dair telkinler oldu. İyi oldu. Birinin ona zaman zaman benimle ne kadar mutlu olduğunu hatırlatması lazım.

Gün boyu köfte kokularına yenik düştüğünden eve dönerken kalbi sıkıştı. Yani aslında sadece heartburn oldu. Mide asidi şeysi. A, dedim kriz kapıda. Hemen bir tencere zeytinyağlı dahi olmayan yağsız tuzsuz fasulye, yağsız tavuk göğsü parçalarından ızgaralar yaptım, koydum. Hafta boyunca bunlar yenecek diye de ültimatom. Bir de tarttım. Yalnız şöyle bir şey var. Tartımın markası Sinbo. 19 YTL’ye aldığım bir şey. Koridorun dümdüz seramiklerinde 89 çıktı. Türk evlerine has dalgalı zeminler yaratan parkelerde ise 87 küsür. O 87’ye inandı. Ben 89’a. Hemen uzay mekiğine bindi. Ter atmaya başladı. Ben de bir koşu Özlem’e esemes attım. “Şövalye 89 kilo olmuş. Spora başladı. Hihihii” diye. Bu durumla çok eğleneceğini sandığım Özlem’den cevap gelmedi. Ertesi gün öğrendim ki Özlem’in telefonu bozulmuş. Bir sonraki gün yeni telefon almış, bana geldi. Telefonu şarj etmeden kullanamayacağını öğrenince sıkıntı bastı. Şarja bırakılmış telefonun ayarlarını mayarlarını Şövalye’ye yaptırırken bir anda cebimden Özlem’e mesajımın iletildiği notu gözüktü. Bir saniye sonra da Özlem’in yeni telefonundan mesaj sesi geldi. Yeni ayarlar şifresi esemesi aldığını sanan Özlem, Şövalye’ye mesajını okumasını söyledi. Herşey göz açıp kapayıncaya kadar oldu. Şövalye mesajı okudu:

“Şövalye 89 kilo olmuş. Spora başladı. Hihihii”

Sobenin bu kadarı. Önce aslında 87 kilo olduğunu iddia etti. Sonra da arkasından eğlendiğimize bozuldu. Kurtarılabilir bir durum değildi.

Çarşamba, Haziran 06, 2007

Sesler

Haftasonu sakin, huzurlu, mırıl mırıl, deniz kenarı Bodrum’uydu. Bize uydu. Ruhumuz dinlendi. Yalnız bir ara tesadüfen önünden geçtim Cem Pansiyon’un. 9 yıl evvelki saf şoparlığı hayatımızın gözümde canlandı. Önünde resim çektirip kaldığımız odaya bir göz atıp mesaj attım Pelinat’a hemen ‘hatırladın mı’ diye. O vakitler yaz tatilinde babasının zoruyla resepsiyonda bekleyen 16’lık Cem yoktu. Oda fiyatını 7 milyondan 6’ya inmesine Pelinat’ın tavla oynadığı oğlan. Ha bire yenilmesine rağmen mızıp yeniden yeniden, zaten paylaştığımız 1 milyonluk indirim için saatlerce tavla oynadığı çocuk. Şimdi 25’inde olmalı. O bile çıtır değil artık. Hayat ne tez canlı. Dışarda tüm cuptıslığıyla Bodrum akarken Cem’in resepsiyondaki can sıkıntısını giderme bedeliydi o 1 milyon. Motivasyonlar da değişti. Biz bile sefil öğrenci değiliz artık.

Geceyarısı döndük eve. Sular kesik. Cem Pansiyon’da da elektrikler kesilirdi. O sıcakta bir vantilatördü tek kurtarıcımız. Evde susuzluk kurtarıcı diye bir şey yok. Hazırlıksız yakalandık. Şövalye’de yarım santim sakallar. Sabah traş olurum artık dedi. Uyumamız çabuk oldu. Artık sık sık sular kesiliyor. Bunu boru bakım tamirine bağlıyor radyo ama global ısınma, barajlarda su kalmamışlığı, kurak yaz etkisine yormaya yatıyor aklım artık. Sabah uyandığımızda hala sular akmıyordu. Şövalye sakalıyla işe gitti. Malzemelerini kapıp orada traş olmuş. Ben de çapaklı gözlerimle Dubai bavulumu yapıp işe gittim. Gider gitmez bir yoğunluğa yakalandım ki çapaklar saatlerce benle kaldı. Özlem’i özledim. Bir ben arıyorum o müsait değil. Bir o arıyor, ben müsait değilim. En son ikimiz de müsait olduk, aldım telefonu elime, dışarı çıktım. Yandaki kafeye doğru yürürken nihayet konuşuyorduk ki..aaa! Parisli Hemşo. Kafede oturuyor. Telefonu onun kulağında dayadım. Özlem’le konuştular. Bizim muhabbet yalan oldu. Hemşo’nun yeni manitayla tanıştım. Adanalı kız bulmuş. Tam bir Adanalı’nın beğenisini yansıtan bir kız. Balık etli bir küçük Sibel Can. Aşağılamıyorum canım. Yengemiz doktoralı sosyolog felan. Görünüş Sibel Can.

Son dakikaya kadar bir işlerle uğraştım. Uçak kapısına yine şu şarjlı el süpürgesi arabalarla yollandım. Çekiliiin, çekiliiiin diye bağıraraktan. Şimdi Dubai’deyim. Sabaha karşı olmasına rağmen bir sauna ortamı. Yazın Atlanta’da havalimanından dışarı adımımı atmışım gibi. Yeni anlar eskilerden bir şeyleri seçip çıkarıyor. Bünyemin arşivi ne kadar da kategorik. Birbirine benzeyenleri bir araya getiriyorum haaa, diyor.

Otelin altında Arabic Night Club var. Alemden yıkılıyor. Cümbüşler, tefler, oryantaller. Tepsilerce et yemekleri. Sürme çekmiş kadınlar gözlerini süzerekten, gerdanlarını kıraraktan pırıltılı eşarplarıyla kımıl kımıl kıpraşıyorlar. Bu sesler beni uykuya dalarken ne güzel oyalar. Uyurken dışardan, hayatın içinden sesler gelmesine bayılıyorum. Bir kamyonun yük boşaltma sesi de olsa, karga sesi de olsa...sesler normalde ne kadar ‘çirkin’ olursa olsun. Mutluluğun resmini çizemesem de müziğini böyle yapardım kesin. Sanki her ne olursa olsun hayat devam ediyor ve ben uyandığımda kaldığım yerden ya da tamamen bir başka yerden ama elbette bir yerden o hayata gireceğim. Amerika’dayken televizyon açık uyurdum bu gerçek hayat seslerini fonda duymak için. En ideal sesleri bulmak için uykumdan uyanıp kanal kanal zaplardım. Istanbul’da pencereyi aralık bırakmam yetiyor. Gündüzün tüm keşmekeşi canıma okusa da en çok da geceleyin döndüğüm için mutlu oluyorum.

Salı, Haziran 05, 2007

Böyle Olur Pansiyoncuların Düğünü

Uzun süre yazmayıp sonra tekrar yazmaya başlayınca bir nereden başlayacağını bilememezlik oluyor. Ben kendimi iş ve seyahat yoğunluğunda kaybettim. Buna rağmen anlar ve anılar birikmeye devam ediyor.

Pansiyon çiftlerini evlendirdik. Düğünleri dillere destan oldu. Biz de sanırım. Olduk. En azından bir eğlence destanı olduk varlığımızla. Bütün gün sen tut kuaförde kasıl dur. Kuaförün bizi ne kepçe kulaklı ilan etmediği kaldı ne de koca burun. Yani kulaklar eyvallah da koca burun olduğum ilk kez imalandı. Makyöz makyajını yaparken bilmem ne renkli bilmem ne kullanıcam, burnunuzu küçük gösterecek, dedi. Başlamadan göz makyajım ne renk olsun diye sordu. Ben de yeşil, dedim. Düella zevk ve uyum sorunuma parmak basıp ne dediğimi bilmediğimi, bana böyle sorular yöneltmemelerini, kendi kafalarına göre takılmalarını önerdi. Kuafördekilere de demiştik bakın düğüne gidiyoruz. Zengin koca bulcaz. Bizi bişiye benzetin. Haliyle hırpani halimizden çıkıp az çok ‘bişi’ye benzemek 5 saat-cik sürdü.

Kuaför işi bittiğinde zengin kocadan da vazgeçmiştik. Çünkü zengin kocaya varmak bizim için çalışmamak, bütün gün yatıp yuvarlanmak anlamına geliyordu. E, zengin adamlar kokoş kadınlar isterdi. Günde beş saat kuaför, üç saat gym, iki saat alışveriş falan uhuuuu, en iyisimi paşa paşa çalışalım olduk. Yani böyle bir iç şişkinliği yok. Zaten düğündeki taşkınlığımızla bütün avamlık da ortaya döküldü. Zerre ihtimal vardıysa o da yandı bitti kül oldu.

Sürpriz nikah şahidi olmuşum. İlk kez şahit olacaktım. Bir heyecan bastı. Dedim ben ağlarım. Saçmalama be, ne ağlaması, oldular. Yanıma aldım mendilleri gene de. Oturduk masaya. Haydaa. Bana saçmalama diyen gelin ve tüm diğer şahitler zırıl zırıl ağladılar. Ben donakaldım. Aman bee, diye çıkardım mendilleri artık herkese birer selpak dağıttım. Komedi anları yaşandı artık.

Herkes şampanya kadehlerini çın çın tokuştururken bir köşede Esincan’la nostalji yaptık Amerika günlerine dair. Özlemiş. Hayatı da burada biraz zor. En yakın arkadaşını da aşrı aşrı memlekete gelin vermiş. Ağla ağla mahvoldu. Ben gene donakaldım. Ayakkabılarımı çıkardım ve içmeye başladım. Düella'yı çağırdım. Gel şu kızı biraz hafiflet diye. Ben beceremiyorum lanet olası. Kalbim yoruldu.

Eller havaya müzik ve alkolün etkisiyle çıplak ayaklı üç kız ve bir de oynak Çıtır soğuk terasta rüzgarı ve yağmuru yiye yiye oynadık. Sonra içerde devam ettik. Şövalye çok ağır abiydi. Bizi tanımazlıktan geldi. Gelin ve damatla dahi yuvarlanıldıktan sonra Şövalye ‘şaptiler sizi’ diye diye evlerimize götürdü bizi. Ertesi sabah kart seslerimizle ve makyajı iyi silinememiş suratlarımızla çıktığımız kahvaltıda kahveler yetemedi ayılmamıza.

Gelin çiçeğini ben kaptım ama. Biraz torpilli oldu ama. Öyle arkasını dönüp fırlatmadı kız kurularına. Gelincanım, sen tut, sakla çiçeğini. Çıkarken kapıda elime sıkı sıkı tutuşturdu. Ayakkabısının da en tabana sürtünen yerine hafif hafif yazmış ismimi. Yani o kadar sağlam kazığa bağladı gelin olma hayallerimi. Biz de ona içinde ‘Pansiyon Forever’ yazan bir yüzük taktık.

En eğlendiğim düğündü.