Cumartesi, Eylül 29, 2007

Kontrol Kaybı

Acılarımdan bir demet sunmak istemem ama hayat söylenmeden geçmiyor. Şifayı kapmışım bir yerde. Düzelemiyorum. Şuracıktaki Stockholm’den dokuz saatte, bir terleyip bir üşüyerek döndüğüm için, haftalardır kimselerle görüşemediğim için, işyerinde sabahladığım için ve tüm bu durumdan ultra memnuniyetsiz Şövalye’nin bende yarattığı vicdan huzursuzluğu için olabilir mi? Yahu diyorum, bekleme beni. Özlemiş ama. İçim parçalanıyor. Hiç sesi de çıkmıyor. Bir şey söylediği yok ama bütün o sessiz mutsuzluğu ve benimle bir balıkçıya gidip oradan da eve gidip yuvarlanmaya amade duruşuyla içimi buruyor.

Bütün bu çileli yoğunluğun, tıkalı kulakların, sırt ve boyun ağrısının, geçmeyen nezlenin de son günlerindeyiz. Bundan sonra evde onu bekliyor olacağım ve belki aynı tripleri ben ona yapacağım. Bütün gün akşamki minik muhabbetimizi iple çekip umduğumu bulamayınca belki ben de ona duygusal baskılar yapacağım. Zaten artık evdeyken bile devamlı bilgisayar başında, devamlı ekranda bir şeylere söyleniyor, öfkeleniyor. İşini sevmiyor, kendi işini kurmaya çabalıyor. Bana döndüğünde yüzünde bunlar yok. Hala çok sevimli penguen. Yine de böyle huzursuzlanabildiğini görmek beni huzursuzlandırıyor. Ben onun çarşaf denizliğini seviyordum. Ya fırtılanalanır durursa bundan böyle? O notebook ekranına, ben de TV dizilerine sargın çile doldurur gibi yıllar geçirirsek? Gelecek hafta beni istemeye gelecek Şövalyegiller. Bu sefer törkiş stil gerçek nişanlılar olacağız. Yoğun seyahat ve tempolu iş günleri azalmaya yüz vurdukça hayatımın özeline çomaklar sokmaya başlarım artık. Buna da dayanırsa bir bakmışız evlenmişiz.

Hem yokluğumda değişen başka şeyler de var. Kardeş Hafiye galiba sanat bazlı bir meslek sahibi olmaya karar verdi. Ben onu elektronik mühendisliğinden bari kurtarıp endüstri mühendisliğine oturtmuşken şu hale bakın! Üstelik bundan benim haberim de yok. Çünkü aklından geçenleri onaylamayacağımı düşünüyor olmalı ki Düella'yı yeni ablası seçti bu konuda. Esincan’ın kardeşi drama okumak istediğini söylediğinde bir kriz yaşamıştık hep beraber. Eli ekmek tutamazsa ya? Yani hangimiz ayna karşısında saç fırçasını mikrofon yapmadık ki? Ya da prenses, hemşire gibi rollerde dramatik evcilikler oynamadık? Onların uzantısı hülyalı bir istek mi, temeli olan bir niyet mi? Önemli olan bu, diye diye. Yoksa illa evladım doktor, mühendis olsun diye kasanski değilim. Öyle miyim?

Bu bendeki sorumluluk hissi var ya, bir de bu kontrol arızası. İşte onları aldırasım var. Herşey biraz daha relaks olmam için alarm verirken bu koca kafamı duvarlara vurasım var.


Take it easy, take it easy
Don't let the sound of your own wheels
Drive you crazy

Pazartesi, Eylül 24, 2007

Tomruk Adacığı

Stock, tomruk demekmiş. Holm de adacık. Tomrukların suda giderken kendilerini buldukları adacığın ismi de Stockholm olmuş zamanla.
Feci gribim. Dün gece Düella'nın evindeki Benical'i alayım, dedim. Vermedi. Bugün azap olmuş ona hastalığım, iyi oldu. Sosyopattan itinayla vicdan azabı çektirilir.
Havanın soğuk olduğunu söylememe gerek yok. İşim de umarım işkenceli olmaz. Nerem kırıldı bilmiyorum ama bugünlerde işe feci sarabiliyorum. Buranın sendromunu kapmadan dönmek lazım. Sağ ve salim.

Cuma, Eylül 21, 2007

Memleket Molası

Birkaç günlüğüne Istanbul’a döndüm. Aa, kış gelmiş. Evimin sokağında kazı ve kaldırım döşeme çalışmaları başlamış. Otoparkım iptal olmuş. Bir de çılgın bir iş temposu, çılgın bir misafir trafiği içinde buldum kendimi. Bir gün, sadece bir güncük işten mantıklı bir saatte çıktım. Ki eve gidip çalışma niyetindeydim. Pijamalar içinde. Daaan, arkadan gene girdiler arabaya TEM’de. Üç ayda bir düzenli biri dalıyor arka tampona. E, kenara çektik. Bir trafik polisi aracı geldi. Bizi otoyolun dışına çıkardı. Emniyet şeridinin de sağında toprak zeminli bir inşaat alanına çektik. Sonra bize bekleyin dedi, gitti.

Bekle allah, bekle. Ne gelen var ne giden. 155’i arıyoruz. Tabii ki düşmüyor. Evde beni bekleyen Şövalye iki kez numarayı düşürmeyi başardı. Anında iki kez trafik polisi geldi. Yavaşladı. Yavaşladı derken tamamen durmadan hızlanarak uzaklaştı her ikisi de. Kaza ufak. Bişi diil. Ufak kazayı gören polis vakit harcamıyor bizle. Beklerken zaten 100 metre ötemizde sağlam bir kaza oldu. Bir minibüsle bir kamyonet kucaklaştı. Trafiği de tıkıyor tabii o kaza. Bize kimse aldırmıyor.

Çarpan abi efendi bir oğlana benziyor. Hem kazanın küçüklüğü hem de iftar saati yakınlığı yüzünden polisin çok gecikeceğini söyledi de söyledi. E, dedim, n’apiym. Para vermeyi önerdi. Ya ben bilmem ki nasıl olur? Araba benim değil, şirketin. Zaten yok kullanım hatası, yok zırt çiziği ha bire maaşımdan kesip durulan araba masraflarına gıcığım. Şimdi bu parayı alırım, gerçek masraf çok daha fazla derler, patlarım. Arıyorum araç sorumlularını. Şuncacık hasara en az 500 YTL eder, diyorlar. Efendi kaza abi 100 YTL diyor. E, madem. Bekledik de bekledik. Bekliyoruz diye gıcık oluyor değilim fakat. O keşmekeşte ben polis olsam ben de beni iplemem. Şeritler tıkanmış, kavgalar edilirken biz efendi iki tip yol kenarında blackberry’lerimizle sağa sola emailler atıyoruz sakin sakin.

İki saat sonra bir trafik polisi aracının önüne kendimi attım mecburen. “Durmam. Beni takip edin”, dedi. Ettik. İlerdeki minibüs-kamyonet kazasına gidiyormuş. Biz de gittik. Sağa çektik. Dışarı çıkıp izledik bütün olan biteni. Minibüsle kamyonet birbirlerini yiyor. Tekmeler, yumruklar havada uçuşuyor. Yaka paça bir tarafa gitmiş. Namusuna laf söylenmemiş aile ve ecdat kalmamış. Bizim Memur Bey bıdık ve çok komik bir adamdı. Ayırdı bunları bi güzel. Barıştırdı. Raporlarını yazarken minibüsle kamyonet birbirlerini abi-kardeş ilan etmiş, öpüşüyorlardı. Türklerin yanar dönerliğine anlam verememekle beraber seyretmesi müthiş zevkli.

Derken iftar saati geldi. Polisler hemmen sigaralarını yaktılar iftar niyetine. Elemanlardan biri gitti bir şehirlerarası otobüs durdurdu. Muavinden kaşla göz arasında bir şişe su ve plastik bardaklar yetiştirdi. Sonra bize alkol muayenesi yaptılar. Sonra klasik sorular başladı.


Geçen yıl yine bu zamanlarda böyle bir anımı paylaşmıştım sizlerle. Kaza raporlarında eğitim durumu soruluyor. Lisansüstü, dedim. Bizim polis meraklı. Hangi bölüm, nereden, diye sordu. Söyledim. Bana çarpan abi, ‘aaa, ben de’ dedi. Farklı bölümler ama yıllar yakın. Sorular birbirini kovaladı. Bir dünya ortak kankamız çıkmasın mı? Parayı alıp gitmeyip onu iki saat orada dikelttiğim için bana kıl olan abiyle aramızda bir samimiyet doğdu ister istemez.

”Yaaani. İki saat bekleşirken konuşmadınız da rapor anını mı beklediniz? Pes valla,” dedi Memur Bey.
Haklıydı. Biz uyuz Türklerdendik. Bizi seyretmesi hiç eğlenceli değildi. İki saat boyunca paraya bağlasak da dağılsak veya ertesi sabah X karakolunun önünde yeni kaza yapmış gibi yapsak da öyle rapor tuttursak muhabbetleri dışında herkes kendi arabasında uslu uslu oturdu. Kimse kimseyi merak etmedi.

Çarşamba, Eylül 19, 2007

Seyahat Sıkıntısı

Magrip’ten direk Kuzey Almanya’ya geçtim. Sıcaklığın 30 derece düştüğü yetmiyormuş gibi dökülmüş yaprak tozlarından yeni bir allerji krizine tutuluyordum ki hap destekli uykulu dönemi tercih ettim. Buraların anlatılacak bir yanı yok. Mal toplıycaz diye çıkarttı patron fazlalıkları bavuldan. Yanımda sadece bir hırka var. Yüzde yüz yün ve kalın olmasına rağmen ısıtmıyorken, etraf da vinçlerden, çok dakik trenlerden, gri gökyüzünden ve uyuz Almanlardan ibaretken haliyle uyumayı dolaşmaya tercih ettim. (Bkz. Otel odamın darlangaç manzarası)

Magrip’te başarılı yemek yoktu. Yani sen Arap ol ama mutfağında soslar, baharatlar, salçalar olmasın. İki tane domates doğranmasın. İnanılır gibi değildi. Zaten global sermayenin yeme içme kısmına karşılarmış. Uluslararası fast food zincirleri yok. Tuzsuz iki dilim ekmek arasındaki köftemsiden ibaret hamburgere talim. Almanya da kendi mutfağından ibaret olsaydı midem de kulak-burun-boğaza dahil olup ek bir krize sebep olabilirdi ama Allahtan Çin'i var, Japon'u var, Big Mac'i var. Hepsinden önemlisi dönercileri var. Seyahat süresince yemeklerden zerre zevk almayıp açlık giderme namına patates kızartması ve burgere verince bünyeyi kilo da aldım korkarım. Pantolonumun beli sıkmakta. Bari kebapla, börekle, muzlu ruloyla alsaydım ya şu kiloları anıyla şanıyla.

A bir de en büyük sıkıntım su. Bir litre pet şişeye 5 yuro ver ver, nereye kadar? Gazsızından bulmak sıkıntı zaten. Restoranda kafede su istediğinde de çalkalamalık miktarda ama çok havalı İtalyan markalara sofistike kokteyl parası kadar bayılmak gerekmekte. E, dedim madem. Ben de musluğa dayarım avucu. Avuca dayarım ağzı yani.
Hani o kadar bezmişim ki yemekten içmekten bile bahsettim. Olacak şey değil.

Perşembe, Eylül 13, 2007

Ben Solcu Muyum? - 2


Sonra mesela 'bunlar' nikahsız yaşarlarmış, çocuklarına aşı yaptırmazlarmış. Ayaklarına(!) kadar belediyeden nikah memuru götürmüşler ama yine de resmi nikahlanmamışlar. Doktor götürmüşler ama çocuklarını aşıya getirmemişler. Yani sorun bu gibi servislerin yaşadıkları yerde olmaması değilmiş – hani Aklımagelmişken göçün en büyük sebeplerinden biri olarak göstermişti de ücradaki sağlık yetersizliklerini. Değilmiş. Sorun yine bunların hayvanlıkları. AKP bunlara para vererek oylarını almış bir güzel. O yüzden %50’lere varmış oyları. "Siz onların seviyesinde konuşmuyorsunuz, sizin söylediklerinizi anlamıyorlar”, dedim. ”Resmi nikahın, aşının ne olduğunu, ne işe yaradığını bilmiyorlarken diplerine kadar gelmeniz hiçbir şey ifade etmiyor onlara. Tersine, ürküyor bile olabilirler. Çocuk gibi düşünün onları. Kara cahil olmak böyle bir şey. Bu servisleri onları bilinçli sanarak gözlerine sokuyorsunuz hatta, kimbilir ne dürtükle. Doğru yöntem bu değil”, demiştim. Burada bir kavga yok, 'taraf' yok bence ve olsa dahi 'taraf' da tutmuyorken, sadece soru soruyor olmam bile şeriatçi, hadi bilemediniz en iyi ihtimalle 'saf' ilan edilmeme sebep olması durumu trajikomik.

Burada Düella çözüme şefkatle girilmesinden yana. 'Onlar’ı sevmeden, kabullenip bağra basmadan iyileştirilemeyeceklerini düşünüyor. Bu çok Düellaca. Böyle mıncır mıncır, kucak kucak, kokulu kokulu. Ben ’sevgi şart’ demiyorum. ’Saygı şart’ diyorum. Köpekleri sevmeniz gerekmiyor haklarını aramak için. Düella'nın da Çinlileri sevmesi gerekmiyor onların yaşamalarına göz yummak için :) O şimdi bu örneği konu dışı bulacaktır. İtirazı hatırı için kabul edildi. Benim için ise hala bir referans teşkil etmekte.

Durup dururken insanların 'yok birbirimizden farkımız, aslında hepimiz kardeşiz'e varacağına inanmıyorum. İnsanoğlunun özünün iyi olduğu varsayımıyla yola çıkmak naif geliyor bana. Bu büyük varsayım doğru olsaydı zaten sosyalist, komünist rejimler çok daha başarılı sonuçlar verir, çok daha sürekli olurdu. İşte o yüzden daha mekanik, daha analitik, daha sistematik yaklaşılsa cahil zihinleri bilinçliliğe taşımak tamamen mümkün olmasa bile başarılı olunacağını düşünüyorum. Sevmesek de saysak, hadi sayamadık da diyelim, herşey için beceriyoruz da buna da bari '–mış gibi' yapıyor olsak bana yeter.

Evet, bir babanın kızını okula ayda 300 YTL kazanmak niyetiyle göndermesi bizim için ayıp. Ama o babanın o düşük bilinç seviyesinde kalmasının ayıbı bizde. Babanın artık taşa dönmüş önyargılarını veya bildiği yolu değiştirmek zor. Bırak kalsın o öyle. Parayla da olsa göndersin kızını okula. Sen de adeta bir hafiye gibi düş peşine gün be gün. Kaç gün okula geldi kızı diye. Ne kadar okula devam ettiyse, o kadar para ver. Tamam, Etiler’in göbeğinde bile yüksek öğretim aslanın ağzındayken devamsızlığının takibiyle ittir kaktır eğitim almaya devam eden kızların belki hiçbiri doktor, mühendis, reklamcı, modacı, şirket yöneticisi falan olamayacak. Eğitim illa ki meslek edinmek için değildir. Kaçımız eğitimini aldığı meslekteyiz ki sanki? Diyelim o kız ilkokuldan sonrasına devam etmedi ve yine de gitti köyünden/varoşundan bir adamla evlendirildi, evinden ortamından hiiiç dışarı çıkmadı. Olsun. Türkiye’de en az ilköğretimi bitirmiş kadınların çocuk doğurma oranının gelişmiş Batılı devletler kadınlarınınkiyle aynı olduğunu biliyor muydunuz? O kızlar o kimbilir nelerden yoksun o okullara gitmekle meslek sahibi olmasalar bile 10’ar çocuk da doğurmayacaklar yani. O 10 çocuk da 10’ardan karanlıkları katlamayacaklar. Bakın, çok matematik. Kontrol mekanizmalarınızı biraz daha sıkı yaparsanız en azından ’onlar’ın doğurganlıkları 'biz'lerinkine indirgenip en azından 'ne kadar çoğaldı bunlar, uff' demeyecek, kurtarılmış yaşam alanınızda kendinize benzerlerle daha mutlu olacaksınız. Böylece CHP’nin oyu da hiç olmazsa %20’nin altına inmeyebilecek. Yaşasın, di mi?

Salı, Eylül 11, 2007

Ben Solcu Muyum?

Geçen gün Kerem yollamıştı Radikal’deki Gökhan Özgün’ün yazısını. Türkiye’ye döndüğümden beri düzenli bir şekilde gazete okuduğum söylenemez. Genelde bulmaca ekine dalıp gazeteyi unutuyorum. İnternetten bile takip etmez oldum. Bilinçli bir eylem değil bu. Zaten bir uzun zamandır internetten okumaya alışmışım herşeyi. Gazete kağıtlarının öyle rengarenk halleri tuhaf geliyor. O hallerini görünce web sayfalarından da soğudum belki de. Bilemedim. Arada bir birisi X’in yazısını oku bak ilginç derse gidip bakıyorum, gitmişken biraz sağına soluna da tıklıyorum, o kadar.

Gökhan Özgün’ün yazısı türban meselesiyle ilgiliydi. Çok sevdim de. ( http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=232235
) Arşivine dadandım adamın. 'Haaa hah! Ayyynen’ diye diye bittim okurken. Beğendiğim bir yazar daha çıktı. Radikal’e gelişiyle gazetenin solculuğu pekişmiş diye yorumlar da gördüm kendisini gugıllarken. Düşündüm de, ben de solcu muyum? Kendime şimdiye kadar bir siyasi tanım yapmamış olmam tuhafıma gitti. Yani zaten memleketteki sağ ve sol başka yerdekilere benzemiyor. Hatta dünyada bile anlamları şaştı denebilir. Gerçek tanımlarını çok uçalrda olmadıkça anladığım da söylenemez ki saplamalarına aklım ersin. Mantık silsilesine giriştim. Amerika’da dertler başka tabii. Mesela şu son savaştan yanaydıysan sağcıydın, değilsen solcu. Kürtajdan, gay evliliğinden, kök hücre araştırmalarından yanaysan solcu, değilsen sağcı. Ama zaten 'demokrat' kelimesi orda solcu manalardayken memlekette sağcı. Kelime hasbelkader her iki ülkede de farklı yönlerde de olsa parti isimlerine mal olduğundan mıdır, bilmem. Memlekette en halkçı söylemler sağ partilerden çıkma idi -ki zaten son zamanlarda sağ-sol değil, türban-laik tartışılıyor. Sanki biri diğerinin tezi-antiteziymiş gibi.

Düella MSN’e geldi de ona sordum. Ben solcu muyum, diye. Daha geçenlerde benim ne olduğuma dair o da düşünmüş. O kesin solcu zaten de ben değilmişim. Sosyal adalet duygum gelişmiş ama beni ancak 'refah ülkesi demokratı' olarak tanımlayabiliyor. Onu da eksik kalmış şefkat güdümden çıkarıyor muhtemelen. Sosyal, duygusal olgulara bile matematik problemiymiş gibi yaklaşmamdan. Hoş, Şövalye de bana 'laboratuar demokratı' diyor. Steril bir toprağın, Olmayan Ülke'nin demokratı. Gene tek kelimeye sığamadık, iyi mi?

Geçenlerde 'Atatürkçü' bir teyzeyle tartışaraktan tansiyonunu yükselttim de masanın. Aslında ben hiç tartışmadım. Sadece soru sordum. Hatta konu türban bile değildi. 'Cahil ve yoksul kesime nasıl ulaşırız' idi. Aslında ulaşmaktan amaç o kesimin AKP’ye oy vermemesini sağlamak imiş. Ben sonradan anladım. O da sorduğum sorulara sinir olup 'senin gibi biri bile böyle düşünüyorsa şeriat gelsin de o zaman görürüm ben seni', dedi. Hayır, ne dedim ki ben şimdi, oldum.

Kendisi beyaz olur. Sivil toplum kuruluşlarında takılır. Hatta kız çocuklarını okula gönderme kampanyalarında aktif görevler almış. O kampanya nasıl yönetildi, bilmiyorum lakin bana anlatılanca uygulaması şöyle olmuş: Adam kızını okula göndermiyor, ama bakıyor ki kampanyadan ayda 300 YTL para alacak, kızını okula göndermeye başlıyor. Parayı düzenli olarak her ay alırken kızın okula devamlılığı azar azar azalıyor. Sonra sonra hiç kalmıyor. Adam paraları almaya devam ediyor. Adam hayvan ilan ediliyor. Bu paraları dağıtırken neden bir kontrol mekanizması kurmadıklarını sordum. Yani adamın kızını okula para için yollaması kötü, tamam ama bulmuşsunuz doğru motivasyonu. Kaynağınız da var madem. Neden kızın okula devamlılığı takip edilmiyor o zaman? Her gittiği gün başına para alsın mesela. Hayır, bilmiyorum işleyişi. Soruyorum sadece. Ama adamın hayvanlığına takılmışız, gözümüz başka şey görmüyor. Sorun, benim adamı suçlamamam.

(Bu konu çok uzun. Hakkında çok şişkinliğim de var. O yüzden burada kesiyorum. Devamını yarın bir gün yazacağım)

Pazar, Eylül 09, 2007

İkilik

Akdeniz dedim, toprak dedim ama ayarı çok fena oldu. Bodrum’dakinden daha beter bir allerji krizine burda da tutuldum. Akdeniz’in olduğu yerde çoraklık da var tabii. Çoraklığın olduğu yerde de toz toprak. Bünyem çıktığı yeri reddediyor alenen. Amerika’da baharlarda, o arabaların gerçek rengini dahi anlayamayacağınız kadar çok polene boğulduğu zamanlarda Claritin kurtarıcımdı. Buralarda işe yaramıyor. Selpak’ı kutudan çekip burnuma götürene kadar geçen süre bile çok geç oluyordu oluğa dönüşmüş burnuma. Baktık çaresi yok bir doktor geldi de başka bir allerji hapını dayadı. İsmini duymadım ama ayık tutanından (non-drowsy) değildi. Bir uyudum, pir uyudum. Öğleden sonra güç bela uyandım.

Turistlikten emekliliğimi uzun zamandır istiyordum ama sanki buralara gelip de öyle otel odasında CNN seyredip internette dolaşmak dayak yemiş gibi hissetmeme rağmen çok büyük uyuzluk ve kınanma sebebi olduğundan zoraki kalkıp etrafı dolaşmaya çıktım. Acıkmıştım da. Otelin yemekleriyle aram da iyi değildi. Daha doğrusu iletişememekten muzdaribiz mutfak personeliyle. Benim Fransızcam onların İngilizcesi’yle bir olup Tarzanca da olsa bir dil edemiyor. Şekersiz çay istersin 10 şekerli gelir (burada çaylar kafadan şekerlidir, öyle tabağa küp şeker bırakılsın da miktarını sen ayarla değil yani), kepekli ekmek yok, karidesin kabuklarını ayıklayın, balığın kafasını istemiyorum dersin antenleri, gözleri iyice şişmiş baygın baygın önüne gelirler. Eti, balığı severim ama hayvanın bütününü tabağımda ölü gördüğüm anda vejeteryan olasım gelir. Nasıl ikilik ama. Kötü tarafını ört bas et, iyi tarafını bana bırak. Artık sadece hamburger-cips yiyorum, kola içiyorum. Supersize me yani. Onlarda sıkıntı yok. Amerikalılar bir dil yaratmışlar işte. Problemsiz.

Şu meşhur çarşılarına gittim nihayet. Yöresel hediyeliklerindeki Batılı efektler ilginçti. Bu sefer unutmayıp yanımda fotoğraf makinemi de getirmiştim. Rezalet bir fotoğrafçıyım, hani şu karelerde parmağı gözüken, resimlenmek istenen nesnenin karenin bir ancak bir ucundan gözüktüğü ve alakasız bir boşluğun karenin gerisini doldurduğu resimleri çeken benim işte. (Bloga da bu rezaleti koyucaz madem talep o yönde. Siz kaşındınız) Yine de bir özenti gelmiş bulmuş. Barışnerede ve Pansiyon Bolivya’daki çıplak ayaklı sümüklü kız çocuklarının resimlerini çektiler, üzerine de duygu dolu yazıp çizdiler ya. Bir baktım çarşı meydanındaki fıskiyede aynen Bolivya usulü bir hırpani kız çocuğu sularla oynuyor. Aman ne otantik bir görüntü dedim, şu bitli turistlere bir gol atayım diyip deklanşöre yeltenirken kızcağız kaçtı. Akşam makinemdekileri bilgisayara aktarırken farkettim ki ‘yoksulluğuna rağmen basit şeylerde mutluluğu bulan kızcağız portresi’ yerine fıskiyenin arkasında bir annenin haylaz oğlunu ulu orta pataklama görüntülerini yakalamışım ister istemez.

Bir geniş bulvarı var bu şehrin. Sanırsınız Paris. Art Nouveau tarzı binaları, sokak kafeleri sıra sıra. Oturmamla ay ne hoş, aman ne sıcakkanlılar dediğim Akdenizli erkekler yapıştı. Şövalye’nin tek taşını ters çevirince alyansa benziyor. Ben de taş gözükmesin, bir gasp olayına kurban gitmiyim diye ters takıyorum yüzüğü bilmediğim yerlerde. Böylece evli sandılar bari de yırttım. Evlilerin peşini bırakmaları da büyük erdem nitekim. Belki de niyeleri ciddiydi ve evlenmek istiyorlardı ya da maço koca potansiyelinden endişe ettiler, bilemedim. Baktım ufaktan burnum da akmaya başlıyor kalktım; bir alışveriş merkezine gittim. Alışveriş merkezleri de hep aynı biçim. Nerede olduğunu anlamana imkan yok. Ha Akmerkez ha burası. Hatta İstanbul’daki Mango’nun indiriminde bedenimin kalmadığı şortu buldum, aldım. Allerjim de kendiliğinden geçmişti bu arada. Kapalı yerlerde düzeliyor resmen.

Sıcak, tatil yöresi gibi bir yerdesin. Deniz ürünleri bol sofra. Basit oyunlarla mutlu olan çocuklar. Sıcakkanlı insanlar. Daha ne? Tüm bunlardan romantik-otantik hazlar almak isterdim elbet. Millet bunun için pılı pırtıyı satıp sahil kasabalarına yerleşmiyor mu? Ama eksisini de yok sayarak olamıyor ki bunlar. Zaten alternatif hayata rest çekmiş bünye. Mall da ister, plaza da ister, fast food da ister standart standart. Ben n’apiym? Zorla olmuyor ki.

Bu ikilik hayatıma o kadar sinmiş durumda ki Hafize Hanım’ın seyahat öncesi havaalanında mutlaka yanına aldığı iki derginin ikisi de bambaşka yönlere bakıyor. Biri The Economist, diğeri en bol resimli ve en klişe resim altı yazılarından ibaret bir magazin dergisi. A, bir de psikopatça, kafamı kaldırmadan çözdüğüm bulmacalar. Biriniz bu Pazarki bulmaca eklerini benim için saklar mı lütfen? Döner dönmez dadanıcam da.

Perşembe, Eylül 06, 2007

Bir Mekandan Diğerine

İlk kez Akdeniz’e güneyinden bakıyorum ya da ilk kez o benim kuzeyimde kaldı. Hangisi daha kolay anlaşılırsa o. Sağlamasını da yaptım denebilir artık bu denizin; her tarafının birbirine benzediğini görmek çok huzurlu. Güvenim bilimsellik kazandı. İnsanına da bulaştırmış kendini. Şöyle ki:

Otele gelirken yolda bir kırmızı ışıkta durmuştuk. Sokak lambalarını izliyordum. Ne kadar alçak olduklarına takılmışım. Patlak ampülleri kolaycana değiştirebilsinler diye olabilir mi ki, diye düşünürken elinde tablasıyla bir adam yanaştı şoföre. Şoför bozuk para uzattı, tabladan bir sap ucunda minik tomurcuk demeti olan bir şey aldı, bana verdi. Hediye. Üçüncü dil ya da daha doğrusu ikinci yabancı dil çok yalan. Çok zorlama duruyor. Araya hep birinci yabancı karışıyor. Çok tuhaf. Tutuk Fransızcam şoförün çok hoşuna gidiyor. Öğretmen edasıyla daha bir samimiyet yapıyor. Bu nedir, dedim tomurcukları koklarken. Yasemin kokusunu almamla ‘yasmin’ demesi bir oldu. Yaseminler Çukurova’da müstakil evlerin bahçe duvarlarından sarkan çalımsı ağaççıkların beyaz çiçekleriydi. Toplanıp demet yapıldığını bilmem. Dalları falan olmaz ki. Sadece çiçeğe yeltenirsin, onu da koparmanla elinde parçalanır gider. Bu sapın ucundaki tomurcuk demeti yaseminlerin kıvrılıp yuvarlanmış halleri. Etrafını ince bir iple bağlayıp demetlemişler. Dibine de limon yaprağından bir çanak yapılmış ki hangi bitkiye ait olduğu belli olmayan sapla demetin bağlantısı gözükmesin diye. Sapı da yaprağı da yaseminleri de ayrı ayrı Akdeniz kokuyor bu ‘yasmin’in.


Bir de ne oldum dememeli. Üç gün önce Bodrum’da Şövalyegiller’de Akdeniz’e veda etmiştik. Sezonu kapadık sanmıştık. Hatta belime yapışan denizanasının yakıcı acısı yazın bittiğinin de acılı habercisi olmuştu. Yaz sonu mahlukları koydaki bütün anneanneleri sudan kışkışlamıştı. Şövalye ısrarla o koyda 15 yıldır denizanası görmediğini iddia edip belimdeki kırmızı kabarıklı acıyı allerjiye yormuştu onunla biraz daha yüzeyim diye. Ki yüzmekten hiç hoşlanmam. Acıdan da. Ama onu kırmak da olmazdı. Sonra eve dönerken karşılaştığımız teyzelerden biri denizanası yapışmış bir arkadaşının gördüğü kortizon tedavisini korkulu sesiyle anlatıp cesaretimizden şaşkın bizden sahil raporu almaya çalıştığında Şövalye’ye dik dik baktım. Ertesi gün bütün site ahalisi denizanası hikayeleri anlatıyordu birbirine. Denize giren insan sayısında gözle görülür bir azalma olmuştu. Yine de o siteyi ve koyunu sevdim. Geçen yıl Türkbükü’nde taş sosyete çıtırları arasında kendimizi şişko, yaşlı ve demode hissederek feci ezilmiştik. Bende hiçbir değişiklik olmamasına rağmen bu yıl ortamın en taşı, en genci ve en jantisi bendim. Ruhuma çok iyi geldi.

Bazen çok uzaklara gitseniz de herşey aynı kalırken taş atımı mesafede bütün algılarınız değişebiliyor…gibi bir ifadeyle anafikrimi yazmadan edemedim zira yazmadan anlaşılmıyor. Sadece Hafiye’ye çağrışıyor.


Bu seyahate tahminimden daha erken çıkmak zorunda kaldığımdan Kerem'le bir kez daha oturup tartışamadık şu çember meselesini. Akdenizlerimizden döndüğümüzde belki karşılaşırız da biraz daha beyin yıkayabilirim. Bilenler bilir, olayım gittiğim yere kankaları toplamaktır. Bir grubu Amerika'ya almıştık da şimdi geri getirmek gerek. Memleketin muhabbeti ve yemeği güzel. Kankalarla daha bir güzel oluyor :)

Salı, Eylül 04, 2007

Kendin İçindeyken Kafan Dışındaysa

Bugünlerde kendimi iyi anlatamıyorum sanırım. Hiçbir şeyden pes etmiş değilim. Sadece önüme daha iyi olduğunu düşündüğüm bir fırsatı değerlerlendirmek üzere harekete geçtim. Aynı hareketi Amerika'da da yapardım, Japonya'da da. İşi bırakmamın Türkiye'de çalışmakla bir alakası yok yani. Başıma trajediler gelmiş de kendime istifa yolu falan çizmiş değilim. İşyerimden kötü ayrılmadım ve hatta tamamen ayrıldığım da söylenemez. Bana yapılan 'haksızlıklar' aslında her 'bordro mahkumu'na yapılan cinsten. Yani bir kurumda çalışmak böyle bir şey. Beyninizi satıyorsunuz. Gramla değil ki, halka açık borsası yok ki piyasa fiyatı bilinsin. Türkiye'de fiyatınızın sistemli değerlemesi yok. Hem Amerika'da hem de Türkiye'de performans değerlemesi ve buna göre yaratılmış range'ler, skalalar falan vardır ama bu kitaplara Amerika'da daha çok uyulur. Bu yüzden Amerikan şirketi en verimli çalışanlarını bile esneyemediğinden elinden kaçırırken Türkiye'de verimli eleman gitme tribi yaptığında olmadı bir ünvan uydurulmak suretiyle bir terfi yaratılarak çaresi bulunur. (Genelliyorum, istisnai olaylar dinlemeye niyetim yok). Avantaj gibi gözüken 'esneklik' ipinin ucu kaçtığında kaosa dönüşür işte. Hep derim. Her şeyin başı ayar. Sağlığın bile.

Aynı hislere senelerce ben de kapıldım Şükücan. Türkiye'de rüzgar esse, 'ay orası rüzgarlı, ben en iyisi hiiiç dönmiyim' derdim. Ay ortalık fecaat, trafik kötü, evler düdük, kadınlar frapan kokoş, insanlar kaba, vs vs. Bahaneler bitmezdi dönmemeye. Sonra sonra işte, bu bahanelere ne gerek olduğunu da çok düşündüm. Yani neden 'dönmek istemiyorum işte', demiyordum da 'dönmek isterim ama engel sebepler listesi kabarık' diyordum, onu da bilmiyorum. Olduğun yerde huzurlu, mutlu olmak suçmuş gibi. Diil, cancan. Hiiiç diil. Bir de 'mutlu olmak' mekandan bağımsız yahu. Savaşın göbeğinde bile mutlu olabilirliği var bu insanoğlunun. O yüzden mutlu olmak anlamında orası vs burası kıyası çok elmayla armut kalıyor.


Kerem gelmiş tatile Amerika'dan. Onunla da konuştuk. O da aynı şeyleri söyledi. Çok istermiş dönmek ama trafik, kabalık, kaos, ofisteki egolar, dedi. "Bunlara takılıyor musun?" dedim. 'Yani bunlara takılıp gününü mahvedebiliyor musun?" Elbette, dedi. Yani insan başka neye takılabilirmiş, daha ne olsunmuş. Ben ki öylesine söylenmiş bir kelimeden en karanlık, en nevrotik manaları bulup çıkarırım, bunlara şizofrenik senaryolar yazıp uykularımı bölecek kadar takarım, Kerem'in dediklerine bir türlü takamıyorum. Öfkelenebiliyorum, hatta bağırıp çağırıyorum da ama üç dakika sonra geçiyor. Zaman zaman boğazıma şeytan kaçtığını ama tuhaf bir şekilde hemencecik çıktığını söylüyor Şövalye.


Dün gece pijamalarımla atladım Pansiyon'a gittim. Şövalye tutturdu üzerime bir hırka falan alayım diye. Bu sıcakta? Deli mi ne? Arabaya binene kadar hasta taklidi falan yaptım bari. Görenler yadırgamasın pijamalarımla sokağa çıkışımı diye. Pansiyon bir söylendi ortama dair. Şapti düzeni, dedik. Zincirin her halkası şapti. Konuştukça farkettim ki kabullenmekmiş meğer benimkisi. Devrimci, hadi olmadı isyancı bir ruhum falan yok yani. Susup başka şeylerle oyalanıyormuşum. Olmadı uzaklara, doğaya falan bakıyormuşum. Ara sıra beliren öfke nöbetlerinin niteliği çok analitik, yüksek perdeden derslerden ibaret zaten. Biz de tüm şaptiliğin farkında ayrı bir cins şaptileriz. Ukala dümbelekleri olarak bu coğrafyada yaşarız. Hepinizi bekleriz.