Cumartesi, Aralık 29, 2007

Şok, Şok, Şok! Flaş, Flaş, Flaş!

Ruş düğüne geliyor! Bütün bunlar birer mizansenmiş. Bana sürpriz yapıcakmış. En son annemi zorla durdurmuştum. Arıycam gelsin, diyordu. Hepimiz arızaya bağlamıştık. Hoş, kendime hafiyelik kredisi olaraktan bunu tahmin etmeye başlamıştım son zamanlarda. Hatun bana paso ben gelseydim şöyle şöyle yapardık, çiçeğini ben alırdım, makyajına ben de gelirdim falan diyordu. En son davetiye de istedi. Bir de bizim kuaför Memedali'yle gıyabımda konuşmuş. Topuz stili tartışmışlar. Bütün bunlar uzaktaki biri için çok fazla samimi geldiğinden iki gün önce Çıtır'a yazdım. Bu kız geliyor mu, diye. ‘Biliyordum’ demek için sana yazıyorum. İspat olsun, dedim.

Yazık, Düella ve Çıtır'a güvenip gelinmez buraya. Düella Kars'a gitti bir memur misafirhanesinde otantik yılbaşı yapmaya. Çıtır da Bulgaristan'a. Birkaç gün sonra sürpriz yapacakken biraz erken söylemesi gerekti bu durumda Ruş'un. Onların evinde saklanamayacağı için. Duyar duymaz zıp zıp zıp zıpladım evin her köşesinde. Şövalye kıskançlığından çok istiyorsan onlan evlen, dedi.

Sabah Düella'yı aradım. Sınırda bir yerde özel şoförünün ‘gittim gelicem’ demesinden beri bayağı bir vakit bir geçmiş. Arabanın içinde kalakalmış yani. Ermenistan'ı seyrediyormuş uzaktan. Soğuktan bir gözü kapanmış. Öksürüğünde de teneke trampet tınıları vardı. Ona o kadar gitme, dedim. Gezi ekibi harabeleri tırmanırken prenses arabadan inmeden bakınaraktan takılıyor. Şoför gelmezse, mesela, onu orada unutsalar, orada öyle ölüverir donaraktan. Söyledim işte Ruşen geliyor, dedim. Asıl ben seviniyorum, dedi. Allah onu bana gönderiyor. Gidin beraber çiçekçi, kuaför, makyöz falan dolaşın. Her gün shower yapın, kına yakın, bekarlığa veda edin. Benden uzak durun. Oh be, dedi. Düğüne de zaten kumaş pantolon ve gömlekle gelecekmiş. Çok bunalmış kıyafet arayamaz, uğraşamazmış. Ruş giyermiş birkaç bin dolarlık bişi. Nikah masasının havası da kurtulurmuş.

Yarın Ruşen’i karşılayacağım da Şövalye Ailesi’yle erken yılbaşı yemeği yiyecektik. Gitmezsem olmaz durumları. Ruşen’i de götürürüm n'apiym. Umarım bıt bıt etmez. Geliyor gelmesine, seviniyoruz da şimdi o da kaprisleriyle gelecek. Evi topluyoruz haldır haldır. Titiz bizimki. Bir de geçen geldiğinde kanepede uyudu diye çok mızıklanmıştı. Şövalye’yi annesinin evine yollarım olmadı. Zaten sonra da annem geliyor. Uf, o da ayakkabı ve çantasını Istanbul’dan almaya karar vermiş. Daha kardeşin elbisesi yok ortada. İçimden bir his bu işlerin de bana baktığını söylemekte. Çok huzursuzlanıyorum böyle işlerden. Yani ayakkabısını bile internetten alan bir insan olarak. Tam karşısında oturduğum Akmerkez’e senede iki kez ancak giderek. Bilmiyorum anasını satayım nerede ne var. Turistim hala ve öğrenmeye dair herhangi bir çabam da yok. Bir yere gitmek müthiş çabalar gerektiriyor bu şehirde. Bugün Şövalye düğünde şeker niyetine dağıtacağımız zımbırtıları almaya Tahtakale’ye gitti. Neresidir, nasıl bir yerdir, hiç bilmem. Asıl seni oraya götürecem, diyor. Çabayı gör, turist hanım. Hani metrekareye 12 insan nasıl düşüyor, anlamak için.

Anne Şövalye silikon tabancalarıyla zımbırtılara kurdele tutturtuyor. Şövalye’nin gidip bir yerde üzerinde ’Hafiye & Şövalye’ yazan etiketler bastırması gerek. Kesin yapmaz. O da bana patlar. Bugün gelinliğimi almaya gittik. Gelmeyeceğini ve kendi işlerine bakacağını deklare etmişti zaten. Ben de ona bağırmıştım hiçbir şeyle ilgilenmediği için. Bu düğünü istemediğim halde bütün acılarını ben çektiğim için. Hatta daha da budaklandı durum. ’I do all the work, you have all the fun’a bağlandı. Eski vakaların altını ısıttık. Yeniden sofraya taşıdık. Her kaşıkta Şövalye’nin tembelliğini yedik. O da gelinliğe neden kutsal emanet muamelesi yaptığımızı anlamadığını söyledi durdu. Bugün anladık neden olduğunu. Bir kere yerden bayağı yukarda ve katlamadan taşıyorsun o ağır şeyi butikten -park yeri sıkıntısı yüzünden- ancak 3 km ötede duran arabaya. Bizimkinin kolları koptu. Bu işi de bana çaksaydı valla da evlenmezdim. Billa da evlenmezdim. Zaten bu durumda bu evliliğin en zayıf halkasını da teyit etmiş olduk. Kırılırsa buradan kırılır. Bakalım. Hep beraber görücez.

Cumartesi, Aralık 22, 2007

Düğün Hazırlıkları: Davetiyeler

Anne Şövalye beraber bir gün çıkıp davetiye bakmamızı önerdi. Ben Şövalye’ye baktım. Şövalye bana. Sonra da anneye dönüp, sen kendin seç, biz senin zevkine güveniyoruz, dedi. Dümdüz beyaz bir şey olsun davetiyeler, dedim. Ben gelmiyim gerçekten. Çok şişiyorum bu işlerden.

Gidip konuşmuş, bakınmış. Bir akşam katalogdan beğendik topladıklarının arasından bir şey. Ben beğendim yani. Şövalye şebek davetiyelerden istedi. Onu susturup dümdüz kırık beyaz bir zarfı seçtim. Kapanma yerinde minik bir incinin altında tülden bir fiyonk olan bir şey. Annesi içini matbaaya, üstünü hattatlara yazdırmış. Ödüm kopmuştu bağlaç de’ler bitişir falan diye. “sizleride aralarında görmekten mutluluk duyacaklardır” falan gibi yapışık de ve basmakalıp olacak diye. Çok zarif bir şey çıktı ortaya. Allah için. Kim görse ‘bu senden çıkma değil’, diyor. Sinir oluyorum.

Anne Şövalye aynı şekilde bizim ruhumuz duymadan Şövalye’ye damatlık buldu, beğendi. Adamın iş çıkışına koşturup aldı da. Tadilatıyla da bizzat uğraştı. Duvağıma toka gerekti. İncili mincili. Bir şey bulmuş, süper. Ayakkabılarımı yaptırdığım yeri buldu. Şövalye’nin nikah muameleleri için gerekli bütün belgeleri topladı, nikah memuresini buldu, anlaştı. Sonraaa kuaföre, çiçeğe, makyaja falan el attı. Tabii biz ‘hiç düğün’den bu sayede ‘263 davetli’ye çıkmış bulunduk. Neeee, olduk duyunca. Var ya, kız tarafından katılımcı sayısı 80. Şövalye zaten halen evleniyor olmaktan utandığından kimselere haber vermek istemiyor ve vermiyor da. Bu durumda 263-80’in çoğu Anne Şövalye’nin eşi, dostu, ahbabı. N’apalım, dedik. Düğün onun. Her işine o koşturuyor. Düğünü ele geçirmesi hakkıdır o zaman.

Ben çok uğraşmıştım da Şövalye’nin davetiyelerini dağıtmasını sağlayamamıştım. Ne gerek var canıııım? Bu devirde e-mail varken, ne davetiyesi, diyip duruyordu. Anne Şövalye işi ele aldı. Her akşam düzenli arayıp davetlilerin adresleri alındı mı, kaç davetiye gitti, teslimat onayı geldi mi, diye Şövalye’yi takip etmeye başladı. A, bir de balayımız mümkün olsun diye vize muamelelerini de takibe başladı. En son pasaportu bir kenara fırlatıp atmıştı bizimki. İşe yaradı bu amansız takip, eksik olmasın. Bizimki akşam gelecek telefonun stresinden biraz kıpırdandı.

Önce vize için gerekli belgeleri topladı – ki buna seneler evvel Istanbul’un öbür ucundaki bir şubede açılmış bulunan bir banka hesabının bizzat şubeden onayı da gerekmekteydi. Akşam eve soğuktan burnu kızarmış, sinirden de dudakları köpürmüş olarak geldi. Tam koltuğa oturdu ki telefon. Anne Şövalye. ‘Davetiyeler için adresleri aldın mı mı?’ diye soruyor. Bizimkinde cevap ‘Euee, vizeyi alıyorum’ şeklinde. Anne adreslere takmıştı o dakika. Vizeyi hiiiç kaale almadı. En azından bir işle uğraştığını ispatlamak istemiş Şövalye. Ondan adres sorusuna cevaben vize muameleleri çabalarını sunmuş. Adresler tın tabii daha.

Özetle adam hiçbir şey yapmadan oturuyor. Oturuyor da bir huzur içinde de değil. Yapılmamış işlerin sıkıntısıyla oturuyor. Ama oturuyor.

Pazartesi, Aralık 17, 2007

Düğün Hazırlıkları: Gelin Çiçeği

Gideriz köşebaşındaki çiçekçiden kaparız bir buket sanmıştım. O da meşakkatli bir iş çıktı. Anne Şövalye’nin 'Nasıl bir şey düşünüyorsun?’ sorusuna, 'Ne biliym, şöyle sarkık bir buket olabilir’, şeklinde cevap verdim. Aman da ne çok derdi varmış sarkığın. Bir kere çok yeşil yeşil oluyormuş. Orman gibi. Dalları oluyormuş sarkabilmesi için. O dallar da gelinliğimin tül eteğine takılırmış. Tamam, tamam, öylesine demiştim zaten. Sarkık olmasın o zaman.

Şövalye uzun boylu olduğum için sarkığın daha çok yakışacağını söyledi. Bu yorum olmayan bir bombanın infilakı gibiydi. Boy, uzun, yakışmak, buket, sarkmak. Bu kelimelerin bir cümle içinde kullanılması. O dakika sanki zaman durdu. Nasıl yani? Sen, dedim, nerden biliyorsun bunu? Senin bunu bilmene imkan yok. Doğruyu söyle. Nerden?

Can sıkıntılı anında gugıllamış gelin çiçeklerini de öyle bir sitede okumuş. Şövalye bile müdahil oldu bu araştırma işine ya, pes. Hoş, onun bu işe katkısının ancak bu yorum kadar kaldığını sonradan anladık ama anlamazdan önce bayağı şaşırdık işte. Sanki bu düğün işini başımıza ben sarmışım gibi her işiyle ilgilendim ama şikayetçi mıkmıkları o yaptı. Adam vize için toplanası belgelere arızalandı, balayından vazgeçti. Ki balayı istemeyen bendim. Adam siyah bir takım/smokin/tuxedo/frak vs giymem yaptı. Ben sadece ’e, giymee’ dedim. Adam davetiyeleri dağıtmam dedi. Onu da son dakikada dedi. O iş de bize kaldı. Mekan, menü, pasta, DJ, hepsi, ama hepsi benim elimden çıktı. Acaip hınç doluyum. Ya bunları sonra anlatırım. Düğün hazırlıkları çok girift olduğundan yazıyı tek konuda tutmak zor oluyor. Bugünkü konu çiçekler. Onda kalalım en iyisi mi.

İş yerinden kızlar bahsetti geçen gün. Gelin çiçeğini gelinin en yakın kız arkadaşı hazırlarmış. Özlem de tutturmuştu o sabah, bana böbreğini verir misin, diye. İhtiyacı olursa ona böbreğini verecek çıkar mıymış şeklinde sanal bir ’beni ne kadar seviyorlar bilmem lazım’ testi midir nedir. Veririm ayol, dedim. Hatta da zorla veririm. Ölmeye falan kalkarsın maazallah. Kader mader diye. Sen içme o suları. Kurut içini. Böbreğin çalışamaz olsun. Ben yine de zorla vermelere kalkışırım. Orada da bir arıza yaşarız. Aman dedi, sen böyle bıdı bıdı yapacaksan hiç verme daha iyi.

Peki dedim, sen bana gelin çiçeği hazırlar mısın? Sen düğününe geleceğime dua et, dedi. Hiiiç bişiy hazırlayamazmış. Ben ona böbreğimi veriym, o bana bir buket çiçek yaptırmasın. Daha nasıl bir ispat gerek karşılıksız sevgimize, ben anlamadım.

Cuma, Aralık 14, 2007

Düğün Hazırlıkları: Gelin Başı

Hay başım kadar yani. Ben saçları öööyle salmak istiyordum. Olmazmış. Gelinlik ‘ağır’ olmuş; toplamam gerekirmiş. Anne Şövalye diyor ki Istanbul’da hava da nemli diye öğlende yapılacak saç akşama kadar durmazmış zaten düzgün. İlla tüysürmüş açık bırakırsam. Nerde yaptıracağım sorularına MOS diyorum, Erdem Kıramer diyorum. Gördüğüm üç beş güzel gelin saçı modeli oralardan çıkma çıktığından. Ne dediğimi bilmeden konuşuyormuşum meğer. Buralarda gelin başı ve makyajı 1000-1500 yurolarda çıktı zira. Bu saçları sıfıra vurdurturum da vermem o parayı ayol.

Aa, diyorlar. Kaynana öder zaten ki. Bütün gelin ve sülalesi kadınların saçı başı kaynana cüzdanından ödenirmiş. İyi o zaman, hemen koşup yaptıralım. Töbe tööbe. Yahu uçakla business gider Paris’te yaptırır gelirim bu paraya be. Hollywood kuaförlerine neyim taratırım. Nedir yani bu fiyatı hakedişleten şey? Bir de niye bana Euro fiyat verir allahın Mehmet’i, Osman’ı? Topuza ithal mal da gerek diil. Telden toka, firkete. Bunlar da mı ithal anasını satiym? Hiç şaşırmam ‘evet’ cevabına ama aslında ama yine de sordum işte. Peeeh. Gidicem gelinim melinim demiycem. Bana bir topuz yapıver, diycem. Fiyat 20’de 1’ine inecek. Evlenmiyorsan YTL ödeyebiliyorsun hem. Sonra gidip duvağı tokalıycam kafama. Hepsi bu.

Bütün bu esnalarda zaten pazarlamaya dair bütün öğrendiklerim tetris gibi düşüp düşüp yerlerine oturdular. İnsan psikolojisi icabı cicili bicili mallar, özel ve az yaşanır tecrübeler yolunda harcanan paralarda daha gönüllü olma hali üzerine kurulmuş bir fiyatlandırma sistemli balonu işte.

Üç ay önce saçlarıma ilk kez boya değmişti de şu asık surat görüntüm biraz yumuşamıştı. Gel zaman git zaman saçlarıma hareket getiren kahverengi gölgeler açılıp sarı sarı tutamlara dönüştüler. Neyse işte, düğünden birkaç hafta önce gidip yeni şekline sokmam gerekti. Adama milyon kez bak sarartma, yoğunlaştırma dedim ama nafile. Sarı kafa bir şey oldum çıktım. Kapkara kaşlarımla da harika durmaktayım. Onların da rengini kırayım, dedi. Tam uzaylı görüntü. Ben de senin kafanı kırayım. Bir dünya da para verdim, koko kuaför güya. Artık yurdum kadınlarının bu sarışınlaşma sevdasına laf etmiycem abi. Zoraki sarışın yapıyorlar burda adamı. Kafasını sarartmayanı dövüyorlar.

Saçlar kuruyunca anlaşıldı ki sarışınlığım saçlarımın orta yerinden başlıyor. Dipler beş parmak siyah. Geri gittim. Hocam, bu olmadı yaa. Aa, dedi. Moda bu. Tarzı bu. Ay deli olucam. Diplerini bari biraz gölgeleyelim de duvağın dışında kalan kısmında bir hareket olsun’a geldi olay. Toplanınca fena durmuyor şimdi saçlarım ama açıkken çok acıklı bir özentilik hakim duruma. Düğüne kadar idare edicem. Sonra ilk iş saçlarımı siyaha boyamak olacak. Bu ne ya? Bu delilerle mi uğraşıcam?

Kuaförler de memleketin bir yansıması. En kokosundan en kenar mahallesine kadar aynısı. Bir kere bir ezber söz konusu. Herkese aynı kafadan yapmaca. Hoş, kadınlarımız da aynı kafayı istediklerinden olsa gerek mutlu kopyalar olarak takılmaktalar. Bunun dışında bir şey istendiği anda bir saçmalamalar ve ille de kendi dediklerini yapmalar başlıyor. Sonra da bunun aslında ne harika bir şey olduğuna dair, biraz ‘modern görüşlü’ olmam gerektiğine dair hummalı ikna nöbetleri.

'Görüş'ünüze modernlik katmak artık yeni model balyajlarla çok kolay. Size de sürelim bir kat, görüşünüz değişsin. Kulakların çınladı mı Şövalye?

Çarşamba, Aralık 12, 2007

Düğün Hazırlıkları: Gelinlik

Evlenme faslının ana kalemlerini bir çırpıda geçtik.

Mesela aylaaar önce Cadde’de yürürken ‘aman da ne çok gelinlikçi varmış burda’ diyip ‘ay bir bakalım yahu’layıp ilk girdiğimiz butikten üçüncü denediğim gelinliği alıp çıkmıştık Şövalye’yle. Satıcı düğün ne zaman der, cevap yok. Anneniz nerde der, cevap yok. Sonradan Anne Şövalye ‘cık cık’ladı bu hali. Normalde kayınvalideyle, anneyle falan gidilirmiş.
İşin gerçeği, gelinliği hemen alıp çıkamadık. Fiyattan falan emin değildik çünkü. Bilmiyorduk ki piyasayı. Kazıklanmaktan ürküyoruz ama gelinliği de pek beğeniyoruz. Ik mık, Cadde’ye geri indik. Bençmarksız olmaz. Yakınlarda Yonc ve Dilocan evlenmişti. Yalovalı terzi müşterisi Yonc’tan bu işin taban fiyatını, Dilocan kokosundan da tavan fiyatını öğrenmek üzere hemen telefon çaktım. Gelinlik taban ve tavanın tam orta yerinde çıktı. Mucize gibi. Arayı bulmuşuz. Bunun üzerine on dakika içinde mağazaya gerisin geriye dönüp alıyoruz, dedik.

Aslında sırf o gelinlik alındı diye düğün de oluyor ya, neyse. Bir de bilseydim ertesi ay Amerika’ya gideceğimi, oradan alıverirdim bir outlet Vera Wang 500 dolara. Ohh, mis. Zaten Gözde'yle zamanında bu konuda çok hayıflanmıştık. Türkiye’ye dönerken Amerika’dan bir gelinlik kapmanın ne kadar mantıklı bir hareket olduğunu düşünürdük. Arbitrajı sağlam bir hareket. Laptoptan, Nine West ayakkabıdan felan on misli daha karlı. Tabii o vakitlerde ortada damadın mamadın olmaması da ayrı bir mevzu olurdu. Hatta ufukta erkek arkadaş dahi yokken bir gelinlikle dönseydim Düella'ya ömür boyu başka malzeme gerekmezdi valla. Bu gelinlik denen şey paskırık da bir kıyafet. Dolaba assan geniş yer tutar. Kapı arkası falan yaparız dedik. Gel zaman git zaman bir manitamız olursa ve manita ilk kez evimize geldiğinde kapıya asılı gelinliği görürse topuklayıp kaçması an meselesi olurdu diye vazgeçtik. Açıklaması bence çok makul ama gel de buna ikna et şimdi adamı. Sizin bile ikna olduğunuzu zanmıyorum. Bi tek Gözde anlar beni. Biz toprak burcu insanları biraz fazla 'ne olur ne olmaz'cı bünyeleriz. N’apalım?

Bu evlenmek işi çok zormuş velhasıl. Gelinlikti, mekandı kolay halletmişiz hakkaten. Mesele detaylarda. Şeytanlar da aynen oralarda. Yani gelinliği almışız ama üzerime olmuş mu, duvağı, kesesi, ayakkabısı, çiçeği, pastası, makyajı, saçı, arabası, menüsü ne olmuş? Aaaaa. Şimdilerde bu detaylara takılı kaldım. Kurtaramıyorum kendimi bu kancalardan. Geçen gece üç saat popom karıncalanıncaya kadar şu tahta sandalyede oturup gelin çiçeği aranjmanları baktık Anne Şövalye’yle. Bu vesileyle o da Google’da görselleri aramayı öğrendi. Arama çalışmaları o tarafta halen devam etmekteymiş. Bütün bunlar olurken Şövalye ve Baba Şövalye birbirlerine sadece ‘naber, nasıl gidiyor?’ diye sormaktan öte tek kelime etmeden oturup bütün gece TV seyrettiler. Ne cool adamlar bunlar yahu.

Perşembe, Aralık 06, 2007

Sözün Bittiği Yerde...


Bu ara memlekette pek moda bu ‘sözün bittiği yerde’ lafı. Pardon. ‘sözün bittiği yerde…’. ‘Üç nokta’sız olmaz. Çok tartışmacı kişilikler olduğumuz için bu ‘üç nokta’ meselesini de çok tartıştık tabii Düella, Çıtır ve ben. Çıtır herkese haklar dağıttığından mavi boncuklar gibi, asıl tartışma Düella'yla benim aramda oluyor ama kabak illa ki Çıtır’a patlıyor.

Tabii ki ben alay ediyorum bu üç noktalı tavırlarla, sözün bittiği yerlerle. Söz uçar, yazı kalır ya. Yazı bitmez bari. Yoksa benim de çooook susasım geliyor. Susup kendi derdime yanasım. Bi tek işte bu ukala dümbelekleri yanında çok konuşuyorum. Zaten bir climax’ten sonra hepimiz manzarayı seyretmeye koyuluyoruz illa ki. Gittikçe Şövalyeleştiğim için çok da uzatmıyorum ama henüz onun üstün aşımına erişemediğimden gergin bir sessizliğe bürünüyorum. İçimde pişirip çok çok buraya yazıyorum ki bununla artçıl tartışmalar başlıyor. Suni cinnet dalgaları halinde kendi mokumuzla oynayıp duruyoruz açıkçası.

Neyse işte, Düella üç noktanın da bir üslup olduğunu iddialıyor ve benim duygusuz kişiliğimin bunu anlamaktan uzak olduğunu da çarpıyor yüzüme. Yok, diyorum. Söz bitemez abi. ‘Söz’den kasıt ‘ifade’, yani yazı, çizi, resim, müzik her ne türden ifadeyse o. Bitiyorsa ben anlamıyorum üç noktanın yaratması icap eden hissiyattan. Hııı. N’olcak? Sevincinden mi kitlendiiin, hıncından mı yani? De bakiym. Zaten ondan değil mi şu kalın kalın gazetelerde dahi noktalaaar noktalar uçuşmakta. Kardeşim, tıkandıysan yazma. Gazete de çıkarma. Kitap da basma. Nenem de bilir üç tane nokta koyup okuyucuya bırakmayı yorumu. Kelamın yoksa çıkma yani sahneye. Bu kadar basit.

Geçen gün yolda bir oğlan durdurdu. Aklında futbol, kalbinde Türkiye varmış. Bir kampanya varmış işte o model. Arkasında da koca bir futbol topu var heykel gibi. Kırmızı-beyaz. Elime de bir kalem tutuşturdu. Gidip hislerimi yazaymışım topa. Baktım millet milliyetçiliğini dökmüş yine noktalı noktalı. Ben de ‘Türkiye kalbimizde değil aklımızda dursa vatana millete daha hayırlı’ diye yazdım. ‘Çattı bir deliye’ hissiyle ekşidi oğlan. Belki arkamdan silmiştir bile yazdığımı. Çok şeker bişiy olmasaydı gerçekten çatmış olacaktı ama bu 80 sonrası doğmuşlardaki güzellik artışı karşısında ben de üç noktalanıyorum bazen. İdare edin.

Sözümün bittiği yerde mikrofonu resimlere bırakıyorum. Üç nokta niyetine bir kısa fotoroman size. Yorumu da sizin hem de. Hislenelim hep beraber.

Şövalye buzdolabına harfli magnetlerle şunları yazmıştır geçen gün:












Hafiye de sevgi selli bir anında şöyle bir ekleme yapar buna:











Bir gün Düella eve uğrar:










Herkes ayakkabılarını edebiynen çıkarıp bir duvar dibine iliştirirken Düella postallarını fırlatı fırlatıvermiştir:












Buzdolabındaki ifadeleri gören Düella mevcut güzelliği bozma pahasına kambersiz oluşumu engeller:











. . .