Çarşamba, Ocak 30, 2008

Balayı

İzlenimci bir blogcu olduğum için ‘şöyle oldu, böyle oldu’ diye anlatmaktan içim bayıyor. Yediğim, içtiğim ve gördüğüm sizin olsun diye yapıyorum bunu. O yüzden zorlama bu yazılar ama görev adamlığım bunu emretmekte. Acılar içindeyim. Sizin için katlanıyorum.

Düğün bittiğinde biz de Şövalye’yle beş yıldızlı, boğaz manzaralı balayı odamıza gittik. Ne boğaz ne de beş yıldız umrumuzdaydı. Ayaklarım şişmiş, acımıştı. Gelinlikte yer yer şarap lekeleri vardı. Daha üç saat öncesine kadar ‘aman kırışmasın, aman kirlenmesin’ diye kastırdığımız kutsal emaneti çiğneyerek çıkardım üstümden. Kafamdan 74 adet toka ve firkete çıktı. Saçlarım adeta çölde yuvarlanan çalılar gibiydi. Çok yorgun olmama ve çok üşenmeme rağmen yıkadım onları.

Ertesi sabah, aaah, ertesi sabah ! Ne mi oldu? (18 yaşından küçüklerin okumaması gereken şeyler bekliyorsanız, avucunuzu yalarsınız ) Otelde masaj yaptırdım ayol. Uzakdoğulu küçük parmaklara. Böyle bir mutluluk yoktu. Arkasında da hamamda göbek taşına yattım, uzandım. Kuş cıvıltılarıyla karışık kanun ezgileri de atmışlar fon müziği niyetine. Ömür boyu kalasım geldi orada ama her güzel şeyin sonu vardı. Annemler aradı. Dönüyorlarmış. Beni görsünlermiş. Onları yolcu ettik ve ertesi gün balayımız başladı.

Bütün bu balayı ve üzerine yüklenen anlamlar falan bize uygun düşmüyor. Önem vermediğimden değil; bilakis veriyorum. Ama bizimki gerçekten de 'beraber çıktığımız tatil’den öte bir şey değildi. Görücü usulü evlenmedik ki. İlk kez başbaşa kalmıyoruz ki. Bekarken ailesiyle yaşayanlar için büyük bir değişiklik olabilirdi evlilik. Evlerinden gelin olarak çıkarlar ya, hani damat bey bir iki arkadaşıyla kapıya gelir. Eller öpülür. Kızı evden alırlar.

Süper özgür ortamları olduysa bile aile evinden ayrılmakla sık sık uzak olmak çok farklı şeyler işte. Baba evinden ayrılan gelinlerin, damatların hayatı değişiyor. Kendilerine yepyeni bir evde yepyeni eşyalarla yepyeni bir hayat tarzına geçiyorlar. Evcilik oynar gibi başlıyorlar beraberliğe. Özenli sofralarla mesela. Hiçbir parçası henüz eksilmemiş yemek takımları, gümüş çatallarıyla. Asıl onlara sorulmalı evliliğin nasıl gittiği. Bana değil.

Biz balayında birbirimizi yedik mesela. Normal zamanlarda Şövalye ağustos böceğidir. Ben de karınca. Balayında tam tersi oldu. Adam saat sabahın 7’sine saat kurup dolaşmak istiyordu her gün. Bense yatıp yuvarlanmak. Gitmediğimiz meydan, kilise, dikilitaş, kubbeli bilmem ne kalmadı anasını sattığımın Venedik, Roma’sında. Bak bak dur. Uyuz olurum tarihi zırt gezmeye. Huzursuzlandırır beni. Neden? Çünkü ben bu gördüğüm şeylere bön bön bakamam. Tarihini, hikayesini falan bilmem gerekir. Bilmek için de önceden hazırlanmak gerekir. Ama Şövalye sağolsun bir özet turist kitabı almak için 17 kitapçı gezince içimdeki öğrenme aşkı çoktaaan silinip gitmişti.

İnternetten bakar, öğrenirim, ben otele gidicem yaa. Yeter ama yaaa. Keşke kaplıcaya gitseydik. Yoruldum, çok yorgunum. Açım, bilaçım, diyordum.

Şövalye ise 'Sana kalsa Oruçoğlu Termal Tesisleri’nde İkbal sucuk yiyorduk şimdi, oysa bak ne güzel burası, şurası’ diye lay lay lay dolanıyordu. Beni dinlemediği gibi beni bir başıma bırakmıyordu da.

Düşündükçe irkiliyorum hala.

Pazartesi, Ocak 28, 2008

Bir Düğün Gecesi

Düğünde oynadık, zıpladık. Takılar takılıp fotoğraf çektirildik işte. Her düğün gibi.

Bir ara Şövalye’nin pek bir sevdiği eski businessman yeni yazar ve yaşam koçu veya onun gibi bir şeyler olan, farklılığını da uzun saçları, casual sweatshirt’ü ve kot pantolonuyla düğüne gelerek hepimize ispatlayan eski direktörüyle yan yana düştüm. Kendini ilk kez görüyordum. Bir iki yazısını önceden okumuşluğum ve çok bayılmamışlığım vardı. Ben biraz arıza yazılar seviyorum. Çiçekler toplayan, herkesi kucaklayan, okuru yüreklerinin götürdüğü yerlere postalayan şeyleri sevmem. Bu abininki öyle biraz sevgi böceği kıvamında şeylerdi işte. Takip edemedim haliyle.

Kafam da iyi. Ahval ve şeraitin farkındalığı zayıftı muhtemelen. Bana ‘Evlendiniz de n’ooldu yaaani? Niye evlenir aaabi insan?’ falan vari uyuz olduğum evlilik muhalifi geyikleri yaptı. Hadi muhalifsin ama ‘bari benim düğünümde benim taze evliliğimi cıkcıklayıcı konuşmasan çok mutlu olurdum’ dedim. Ama içimden. Dışımdan ben de ona şu meşhuuur ‘Ev alıcam, çift gelir işleri kolaylaştırıyor’ cevabımı verdim.
Duyduklarına inanamadığını sembolize eden teatral bir tavırla ”Sen sen sennn…” dedi. “Sen, git buradan”.
“Nereye gidicem, düğün benim, sen git, aa” dedim. Ama içimden. Dışımdan sadece ‘Nereye gidiym mesela?’ diye sordum.
Buradan gideymişim. Bu dünyadan yani.
Sonra da benim ruhi analizimi yaptı. Etrafımdakileri kendime köpek etmekten hoşlanan bir insanmışım kesin.
Şu amele Hafiye nasıl gözüküyor bugün dış dünyaya yahu?
Makyajım süper olmuştu. Çok havalıydım. E, bir de özellikle nikah masası rahatlığımın özgüven kaynaklı olduğu sanılmış olabilir.
Dedim dur, ben senin analizini yapiym.
Bütün yaptıkların yalnızlık çıkışlı. İnsan sadece yalnızlıktan yazar. İyi yazabilir, kötü yazabilir. Fıkralar, dramalar, makaleler yazabilir. Farketmez ne yazdığı. Yazma eyleminin kendisi yalnızlıktan çıkar, dedim. Orada da bıraktım. Sanırım takdirini kazandım.
Her insan kendini yalnız sanar ya, ama inzivada ama kalabalık içinde. O yüzden bu repliğin her daim alıcısı olur.

Düella bana düğün hediyesi almamış. Satılamayacak ya da satılırsa değerinden çok kaybedecek türden bir hediye arıyormuş. O yüzden zaman alıyormuş. Altın verirse anında satarmışım çünkü. Üç hafta geçti, hala arıyor. Düğünün sonunda Nikahına Beni Çağır Sevgilim klasiğini nodüllü sesiyle bizlere dinlettirdi. O şarkı söylemeden kapanmamış olduk.

Bir dünya çelenk vardı ortamda. Bir tanesi ise o kadar devdi ki salona giremedi. Soğukta dışarda kaldı. Yani bunun yerine altın alsaydınız ki bir keseye sığmalık? Düella haklı. Satar, eve ön ödeme yapardım. Olmadı, dileyenler Türk Eğitim Vakfı'na bağışlardı.

Amerikalı eski iş arkadaşım bir yarım altın almış hediye. Gülme krizine tutuldum. Bir başka Amerikalı ise kargoyla yolladı hediyesini. Üç adet seramik çıktı içinden. Böyle sarılı yeşilli, üzerinde pastoral görüntüler olan seramikler. Üşenmemiş fedexlemiş bir de bunları. Temizliğe gelen kadına veriririm isterse diye bir köşeye koydum. Üzerindeki imza aklımda kalmış yalnız. Gugılladım geçen gün. Her bir parçası en az yüz dolarlık, bilmem ne sanatçısının el emeği göz nuru şeyler çıktı. Eşek hoşaftan ne anlar? Kadına vermeye kıyamadım piyasa değeri icabı ama doğru kullandığım da söylenemez. Mutfakta, salça kavanozunun altında 'altlık' niyetine dizili durmaktalar.

Gelin çiçeğini Elyan bana elden vermişti. Öyle at-tut riskine girmeden. Ben de aynen Ruş’a verdim. Sıra onun olsun diye. O da Amerika'ya götürecek değil ya, pansiyonda bırakmış. Çiçekler pansiyonun mutfağında, kaloriferle duvarın arasında sıkışmış, çıtır çıtır olmuşlar. Dokunulursa dağılacaklar. Alıp eve getireyim diyorum ama koyacak yerim yok bu 55 metrekarede.

Salı, Ocak 22, 2008

Nikah Masası

Nikah salonu kapkaranlıktı. Arada fosurdayan maytaplar ve patlayan flaşlardan başka ışık yoktu. Cançao do Mar yerine ben diyeyim Godzilla siz diyin Independence Day filminin kahramanlık anlarının fon müziği çalmaktaydı. Alkışlar ve ıslıklar olmasa lunaparktaki korku tünellerinin birinde olduğumuzu söyleyebilirdim. Yerimize otururken ışıklar açıldı. Alkışlar kesildi. İki saniyelik sessizlik anında Şövalye’nin 20 aylık yeğeninden alkışlı bir 'Bıyavooo’ çığlığı salonu doldurdu. Gülüşmelerle beraber ikinci bir alkış koptu bu bıyavo’ya. İkinci sessizliğe girildiğinde küçük yeğen bu sefer 'bi daa, bi daa’ demeye başladı. Müstakbel eltim bir daha olmaz, dedi. Susup dinleyelim neler olacak daha. Uhuuu.

Nikah memurunun klasik söylemleri başladı işte belediyelerine başvurduk da beyan ettik de falan. Annemin adı, babamın adı. O, bu. Önce bana sordu. Ben söyledim. Sonra Şövalye’ye geçti. O sırada etrafı seyreden Şövalye’ye ’Damat Bey, lütfen nikaha konsantre olalım’ ayarı geldi memurdan. Salon yine koptu kahkahadan. Fokus problemli şapşi Şövalye. Fokus dedim ona, fokus. Gözlerine iki parmağımı sokup memura doğru hareket ettirdim. Bak, fokus.

Kocalığa kabul ediyor musun, diye bana sordu. İçimden 'ama önce ona sorsaydınız? Ya o hayır derse, burada gol yemiyim şimdi’ gibi vesveseler geçti ama yine de mecburen kabul ettim. Alkışlar sırasında ayağına basmaya hazır konuma gelmeye çalıştım. Masamız genişti. İki masayı yanyana getirmişler. Aramızda iki koca masa ayağı var. Uzak da oturmuşuz. Şövalye de ayaklarını arkaya bükmüş, sandalyesinin altına saklamış. 'Ayağın nerde? Getirsene ayağını yau’ diye cinnetli fısıldadım. Yazık, yavrus. Heyecandan n’aptığını bilmiyor. Uzattı ayağını, kendi de beni karılığa kabul ederken bastım ona. Önden birileri ayağına bas falan diye bağırdı. Ben de ’bastım bile, heh heh’ dedim. Bir daha kah kih başladı. Stand up şov gibiydik adeta.

Dört şahide kadar izin var. Benim iki şahidim vardı. Biri Ruş, diğeri Düella. Şövalye’nin de emekli üst düzey devlet adamı dayısıydı şahit. Aile cüzdanımızı dayı uzattı bize. Bir de nasihatli konuşma yaptı. Düella altta kalmaz normalde. Birisi konuşursa o daha çok konuşur. Mikrofona atlayıp hiç olmadı şarkı söyler diye bekliyordum ki baktım ağlıyor. İlk dansımızın müziği başladı. Dansederken döndükçe gözüm takıldı, ağlamaya devam etti. Bir anneme sarılıp bir Ruş’a.

Şövalye her ne kadar inkar etse de acaip heyecanlıydı. Dansederken bişiler dedi. Romantikti muhtemelen ama bir 'bebito’yu duydum o kadar. Ben de ona ’çok mu peppitoymuş?’ diyip sıvaz sıvaz yaptım. Fotoğrafçı da dibimizde şak şuk, kör etti bizi.

Aslında nikahtan önceki günler gergindim. Kaç kere arıza çıkardım annemlere, belli diil. Lakin nikah esnasında bir rahatlık geldi bana, değmeyin. Sanırım insanlar heyecanlıyken ben sakinleştirici olmalıyım gibisinden bir görev adamlığı geliyor üstüme. Çok kontrollüyümdür zaten. Bırak şu anı yaşa, di mi? Ne hisler getiriyorsa bu anlar artık, bir paket halinde kabul et. Yooook. Nerde ben, nerde Elyan’ın masada hüngür hüngür, el ele ağlaması.

Kontrol kontrol, nereye kadar? Çok sıkıcı.

Cuma, Ocak 18, 2008

Gelin Odası

Gelin odasında yapayalnızdık. Gelinliği güya birisi giydirecekti fakat birileri karlarda kaldığından iş bize kaldı. Butikteki kız bunun giyilme sırrına dair ne anlattıysa aynını Şövalye’ye anlattım. O tuttu yine de annesini aradı. Annesi de benim söylediklerimin aynını söyledi. Şöyle biraz havaya fırlatıp puf diye yere oturtacaksın. Yer gözükecek kadar bir delik açacaksın ve ben o deliğe girerken sen önce bütün giysiyi yukarı çekeceksin. Önce kabartma eteği, sonra tül eteği ilikleyip en sonunda da fermuarımı çekeceksin. Yaptık yapmasına da kabartma eteği içimde kırıştı. Düzeltmesi zor oldu. Huylandırır beni böyle şeyler.

Çocukken mızıldanmıyim diye annemin beni o sıkılıktan geberten kaşıntılı yünlü külotlu çorapların içinde ayaklarımı yerden kestiğini, daha da ufakken hatta hoplattığını bilirim, çorabımı düzeltmek adına. Çorap tepeme kadar çekilsin de popomda, bacaklarımda kırışıklıklar birikip beni deli etmesin diye. İki koşar oynarsın yine düşerler, kırışırlar bir tarafında. Allahım, ne dayanılmaz bir durum. On dakikada bir çorap düzelttirmeye ona koşmamdan annem nefret ederdi.

Gelinliğimi kendim giyme durumu fırsat yarattı, söylendim durdum. Şu hayatta bu kadar mı her işini kendi yapar insan da, aileler-kankalar elalem oldu da, herkes kendi süsüne düştü bizi unuttu da, başka kadınlar prensesçilik oynar bugün, ben ameleden beterim de. Bu düğünü sen çıkardın başıma da. Uf da, puf da. Da da da.

Fotoğrafçı geldi bizi ortamın değişik köşelerinde resimledi. Fantezi kısmına da giriyordu ki direk kapattırdık konuyu. Hani yok Şövalye diz çöker önümde, yok o oturur ben ona sarılırım arkadan falan mizansenlerini yani olmazladık kafadan. Adam gibi durduk yanyana. Bazen aileler durdu yanımızda. Klasik. Sonradan çerçevelenip anne ve anneanne büfelerine, salon sehpalarına konacak fotoğrafları da çektirdik, bitti.

Gelin odasına döndüğümde söylenen bir Düella buldum karşımda. Aynama geçmiş makyaj yapıyordu. Bir yandan da bize kızıyor, nerdeymişiz, gelmiş yalnız kalmış. Baş konuk tabii. Tören alayı gerekiyordu kapıda. Kendi kendine aramış bulmuş gelin odasını. Yazık. Bina da zaten beşbin metrekarelik bir labirentti. Zor olmuştur çok. Ama beterin beteri varmış. Düella'ya erken kızmışım, diğer hatunlar kot kazak dalmaya başladı odaya bir iki. Erkekler kapı dışarı edildi. Herkes yanımda soyundu, giyindi. Hatta bir noktada kendimi fermuar çeker, saç düzeltir, allık arar, bronzan sıkar buldum.

Sonra bir baktım DJ geldi. “Şey”, dedi. “Siz bana hala giriş müziğinin CD’sini vermediniz.” Şövalye! Yatsı oldu işte. Hani vermiştik? Bana verdim demiştin. Bu adam yarım saatte nasıl dinleyecek de edit edecek bu şarkıyı? Ben bu şarkıyı istiyorum, bunuuu. Cançao do Mar’ı. Yetişmedi tabii ki. Neyle içeri girdiğimizi bilmiyorum. Zaten hiçbir şey de hatırlamıyorum. Gerisi flu. Hep öyle olur derlerdi. Öyleymiş hakkaten. Nikah anı, dansımız, yüzlerce kez davetlileri öpüşüm. Binlerce kez gözümü alan flaşlar anları iyiden iyiye bulandırdı.

Sonradan düşününce hepsi aklıma geliyor teker teker. Mesela nikah salonuna girmeden Elyan ve Levo girişte, gürültülü alkış ve ıslıklarla adeta tezahürat ediyorlardı. Organizatör onları azarlayıp içeri postaladı.

Nikahta tek azarlanan onlar değillerdi.

Şövalye nikah masasında ayarı sağlam aldı...

Cumartesi, Ocak 05, 2008

Düğünden Önce

Döndüm dönmesine normal hayata fakat çok şey birikince ‘nerden başlasam bilemiyorum’ geliyor üstüme. Bu sefer daha beter sessizlik. Düella bunu insanların evlenince sıkıcılaştığına yoruyor. Neyse bari yakında belki kaynanamla dramalar yaşarmışım da ona biraz daha malzeme üretmeye devam edebilirmişim. Bir ihtimal. O yüzden beni hala etrafında tutmaya devam ediyor sanırsam.

Balayından döndüğümüz gün bize ve aylardır Hindistan’da nirvanaya erme seyahati yapan Ceycey’e ‘hoşgeldin’, Ruş’a da ‘baybay’ partisi verdi evinde. Davetiye falan dolandırmış feysbukta. 19:30- 23:30 arası diye. Sevsinler. Biz beşte evdeydik ama bir baktık sular kesik, gene pansiyona banyoya gittik. Milleti de erken erken eve topladık. Gece de 1’de çıktık. Kural tanımadık. Roma’dan üzerine ’pansiyon’ yazdırdığımız bir domuzcuklu tabelayı astık kapısına. Çok yakıştı. Parti de güzeldi. Böyle papyon sosisler, sigara börekleri, asortik çikolatalar, mezeler, kaşular. Hiç pansiyon demezsin. Kuzen sağolsun. Özel asistanı bizimkinin. Çocuk da zevkli üstelik. Ruşen de hamarat. Valla çiçek gibiydi ortam. Kurulanacak havlu bile buldum kendime.

Şimdi herkes düğünü, balayını anlatmamı beklerken ben yine ’Düella’ dedim, ’pansiyon’ dedim diye şaşırmayın. Ona ilgimi göstermem gerekiyor yoksa domuzluk yapabiliyor. Bu girizgahlar zorunluluktan değil ama yine. Onu anlatmayı seviyorum da zaten. Şapti, düğünümde tek ağlayan insandı.

Düğün günü sabahı kahvaltımı yapıp saat 10:30 gibi yan sokaktaki kuaförümüze gittim. Bir önceki akşamdan konuştuğumuz üzere Ruşen 10 gibi orada olacaktı. Onun işi biterken benimki başlayacaktı. Sonra da beraber Nişantaşı’ndaki makyözümüze gidecektik. Ben gittiğimde Ruş yoktu. 11 gibi aradım. Birazdan gelecekti. Düella düğünümü sabote etmeye başlamış, kızları sabaha kadar çenesine tutmuştu. Panik modunda Ruş’u direk makyöze yolladık bari. Yollanırken de azarladı beni. Köylü müsün nesin, topla şu perçemlerini, diye. Perçemi günahım kadar sevmem ama Şövalye seviyor diye çıkarttırmıştım. Ruşen zılgıt çekerken Şövalye bayıldı bitti o alnımdaki saçlara.

Istanbul’a bir kez kar buz yağdı bu kış. O da düğün günümü buldu. Murphy kanunları gereği. Şövalye o gün beni kuaförden makyöze, oradan düğün mekanına götüren şoför insandı. Ortam karlı çamurluydu. Benim duvak kafadaydı. Kuaförden çıkıcam, adam ta caddenin öbür tarafına park etmiş. İnemiyor kuaförün yokuşunu. Zar zor arabaya ulaştım.

-Çiçek nerde? Aaa. Bu ne yahu? Kazık gibi. Nasıl tutucam ben bunu? Bando majörü gibi. Hani salkım saçak olacaktı?
-Ya uf, bebitom. Öyle olsun. Güzel işte.
-Fena değil bakınca ama ben bunu nasıl tutucam yahu?

Koştur çiçekçiye. Arabayla gidilemiyor; iptal olmuş önü.

-Çantamı arabada bırakma. Ya bırakma ya, çalarlar.
-Çalmazlar bebitom. Ben bakıyorum.
-Hayır, çalarlar.

Bir elinde kırmızı çantam ve duvağımın sarkıntısı, diğerinde şemsiye. Çiçekçiye gideriz. Adam gösterir nasıl tutmam gerektiğini. Haaa, oluruz. Şöyle, kol kafif bükük. Elim belimde gibi. Öyle öğretmene çiçek verir gibi değil. Pozlu pozlu nasıl yürünür yahu, hiç benlik değil ama yapıcaz artık.

Makyöze gittiğimde huzur ortamından paniğim azıcık dindi. Tatlı bir piyano konçertosu derinden çalarken ağırkanlı ve sakin bir teyze mırıl mırıl sahne arkası kılıklı aydınlık bir odada boyadı bizi.
Bir ara perçemlerimi parmakladı. Bunlar? Nedir bunlar allah aşkına? dedi cık cıklarcasına. Tuttu topuzuma geri soktu onları.

Ruşen eyeliner kullanmak istedi. Ben de takma kirpik. Eyeliner’dan nefret ediyormuş. Kirpik olabilir dedi ama şimdi takıcam az sonra takıcam dedi dedi beni oyaladı ve en nihayetinde takmadı. Baktık tokatlar atıyor. Düella’yı aradık. Sen kesin seversin bu kadını, gel sana da makyaj yapsın diye. Düella hala uyuyordu. Saat 2:30’du. Gelmedi tabii. Uyandığından bile emin değildik. Pis sabotajcı.

Daha önce Elyanlar’ın düğünde makyaj yaptırmıştım da bir nevi sıska Bülent Ersoy veya en iyisinden esmer bir Petek Dinçöz olmuştum. O yüzden çok korkuyordum maymun olmaktan fakat bu sefer iş başkaydı. Ben hiç bu kadar güzel olmamıştım. Hem de çok doğal görünüyordum. Fotoğraflarımda da hiç assolist değildim üstelik. Makyözümüz fotoğraflarımızı çekti Ruş’la. Öyle düdük düdük otururken mesela. Birbirimizi çok sevdiğimiz belli oluyormuş karelerde. Ondan çekiyormuş. Biz de baktık ekranına kameranın. Ben bişi anlamadım ama anlamış gibi yaptım. Yine de işini harika yapan bu kadına hayran oldum.

Düella’nın nikaha gecikmesinden, salonun soğuk olması ihtimalinden, Ruş’un kuaföre gitmek için taksi bulamayışından, annemlerin kaybolmasından, yolların buz tutup misafirlerin yollarda hacamat olmasından endişe üstüne endişe ederek düğüne giderken Şövalye herşeyin güzel olacağına dair telkinler, moraller verdi. Pastaneden krakerler almış ayaküstü ağıza atmalık. Karlar bitip çamurla karışık yağmurlar başlarken şarkılar söyleyerek aldık yolun devamını. Bu adamı sevmemek mümkün değil.

Cuma, Ocak 04, 2008

Düğün Hazırlıkları: Şafak Bir

- Evdeki ADSL modemim bozuldu. Bir iki mail atmam gerekiyor. Misafirler de geliyor yurtdışından. Ev kalabalıklaştıkça geriliyorum. Atlayıp işe geldim. Kar kış kıyamete rağmen. İşe gelmezden evvel evin karşısındaki manikürcüde kaş aldırıp manikür yaptırdım. Sahibi hatun da Levent’e gidecekmiş. Onu da kattım arabaya. Beraber kaydırak olmuş yollarda ilerledik. Evleneceğimi söylememiştim. Kocasından ayrılıyormuş. Bir dolu anti-evlilik lafları etti. Dedim ben de evleniyorum yarın. Kendini kötü hissetti bu sefer. Olsun, dedim. Kötü hissedecek bir şey yok. Zaten o da konuyu erken evlenmeye bağladı. O evlendiğinde 22’ymiş. Kocasına çok bağımlıymış. Zaman içinde kendi kendine büyüyünce evliliği dar gelmiş. Ben 31 yaşında evlendiğim için kazık kadar. Bizim evliliğin tutma ihtimali yüksek yani.

- Annem bana çeyiz niyetine yemek takımı getirmiş. Bin kez dümmmdüz bemmmbeyaz olsun dememe rağmen yaldızlı yaldır takımlar getirmiş. Restoran gibi de olmazmış öyle dümdüz. Kafamı nerelere vuracağımı bilemedim.


- Akşama bir kına partisi olacak mı olmayacak mı, bilmiyorum. Herkes arayıp bana soruyor. Ben de Ruş’u arayın diyorum.

- Düella, Çıtır’ın etrafında beslediğimiz kaynanalık duygularıyla dalga geçti. Bizi bu kadar şapşal sanmazmış.

- Weather.com yarını yağışlı göstermiyor. Umarım öyle de olur. Bize neyse de misafirler yollarda heba olmasın.

- Düğün gecesini ve ertesini boğaza bakan bir balayı suitinde, üzerinde gül yaprakları yüzen köpüklü sıcak su dolu jakuzimizde şampanyalar içerekten geçirmemizi tasavvur eden atmosfer insanı Şövalye yüzünden ev yerine otelde geçireceğiz. Kafamdaki tokaları çıkararak ve yorgunluktan uyuyarak geçireceğimiz bir gün için benim canım hiiç bir daha bavul yapmak istemiyor. Zaten sonraki gün de balayına gidiyoruz. Ona da ayrı bavul gerek. Offff. Ne sinir. Balayına kaplıcaya gidelim demiştim. Şövalye de ’Oruçoğlu Termal’de İkbal sucuk mu yiycez balayımızda? Anneannem bile daha eğlencelidir’ diye engel olmuştu. Ya bir kaplıcaya gitsek de şu yorgun kemiklerim dinlense ya. 22’sinde evlenirsen boşanırsın da 30’larında evlenince de böyle uyuz olursun işte.

- Yine de Ruş’a, Esincan’a, Pelinat’a, Pansiyon’a, tüm bekar kadın dostlarıma Şövalye gibi munis, kalender, sevimli bir koca diliyorum. Bizim gibi arıza kadınlara böyle sakin bir adam lazım. Ahan da buraya yazıyorum. Demişti dersiniz. (Pansiyon, arıza çıkarma. Koca istemiyor olabilirsin ama ben dilemekte serbestim)


- Bütün dramalarıma rağmen cismen veya fikren yanımda olan herkesi kucaklıyorum. Hepinizi seviyorum. Darısı sizlere olsun.

Düğün Hazırlıkları: Şafak İki

Aklına kötü şeyler getiririm de kötü enerjilerim arıza çıkarır diyorlar. İyi şeyler düşünmeye de şartlayamıyor bu bünye kendini. Anacım evlenmeye kalktık. Kar yağışı yüzünden yolda kalanlar mevcut zaten şimdiden. Annemin elbisesine uygun birtakım aksesuarlar da başarıya ulaşamadı. Ailenin kadın fertleri makyajlarını nerede yaptırsalar derdi çıktı. Kardeş henüz elbisesini almadı. Önce saçım mı yoksa makyajım mı yapılsın gibi birtakım sekans problemlerim var. Makyaja sıralı gitsek dedik, ilk giden düğün mekanına koşturup catering organizasyonuna müdahil olsun da dedik de herkesin bir beraber hareket edesi de var bir yandan. Valla şu düğün bitse de kurtulsak. Millet heyecanlı mısın, diye soruyor. Hayır, sinirliyim. Organizasyon işlerinden hoşlanmıyorum.

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi iki gündür Şövalye’yle midemiz bulanıyor. Bir bulantı ve kusma hali var. Baş dönmesiyle karışık. Ondan haberim yokken bunun anksiyete bazlı bir semptom olduğunu düşünüyordum. İkimiz de doktorluk olunca bu işte o son yediğimiz çiğ köftelerin parmağı olduğuna vardım. Şövalye’de anksiyete mevcut değil çünkü. Öyle bir virüsü yok. Sinirleri doğuştan alınmış.

Anneme cehennem azabı yaşatıyordum ki Ruş ve Dilo geldi. Kına isteriz de isteriz diye. Dilo yeni detokstan çıkmış. Yemedi annemin dolmalarını. Üstüne Düella geldi. O ayaküstü yedi bari. Anneme onun yanında şımardığımı ve ona verilirsem biraz tokatlayıp beni adam edeceğini söylerek zorla beni pansiyona götürdü. Koltuğuna kurulup yeni asistanı Ruş’a kahveler kolalar emirlerini sıraladı. Zaten içtiğim Emedurlardan uykum gelmişti. Koltukta sızmışım. Sabaha karşı uyandım üşüyerek. Yan koltukta bir battaniye buldum. Ona sarındım. Sabaha mide bulantım çoğalmış ve sırtım tutulmuş olarak kalktım. Doktora gitmeye karar verdim. Malzeme mahrumiyeti sebebiyle duş alamadığı için öğle yemeği randevusunu iptal eden Ruş de benle geldi. Pijamalarımızla kliniğe gittik. Birkaç ilaç aldım. Bir de kan tahlili verdim. Dönüşte Ruş bir pansiyon misafiri klasiği olarak Migros’a uğrayıp şampuan, sabun, duş jeli falan gibi temizlik malzemeleri satın aldı.

Çıtır hala bizle buluşamadı. Öğle yemeği randevusu falan veriyor. Ruş’la feci kıl olduk duruma. Akşama diyoruz, yeni manitasıyla planlıyor bu sefer. O da gelsinmiş. Hiçbirimiz istemiyoruz yeni manitasını. Yanlış anlaşılmasın, daha tanışmadık bile. Hakkında bir şey de bilmiyoruz. Öyle bir gıcık olma hali var duruma. Çıtır arayıp sordu telefonda. Bu psikolojiyi anlamıyormuş. İkimiz de manitalarımızla ilk zamanlarımızda kendisine hiiiiiç böyle olmamış. O Şövalye’yi çok sevmişmiş, mesela. Olabilir, dedim. Freud’a soralım. Yarın evleniyorum ama senin bir başkasına bizden daha çok değer vermene dayanamıyorum işte. Bizi onunla geçirdiğin vakit aralarına sıkıştırma lütfen.

Düğünün son aşama hazırlıklarında saçlarımı da eski koyu rengine döndürdüm. Birkaç da topuz denemesi yaptık. Hepsini de beğendim. Memetali Abi bile benden daha stresliydi. Bozulursa geri döneymişim, yok tokam çıkarsa bilmem ne. Zaten geçen gün kuaförün birine sormuştum. Neden normal topuz bir lirayken gelin topuzu beş lira diye. O kadar çok geriyormuş ki gelinler, bu para işkence hakkıymış. Onlara da hak verdim.