Perşembe, Şubat 17, 2011

Film İzlerken Ağlamak

Geçen gün kahvaltı yapmak için Şövalye’yle Boğaz’a gittik. Evde annem vardı, Hayriye Teyze vardı. Jelibon’un yeterince bakıcısı vardı yani. Zaten saat 08:30 gibi gerçekleştirdiğimiz bu erken operasyon yarım saatte sona erdi. Hızla yemekten menemenim mideme oturdu. Çayım dilimi yaktı. Şövalye beynimi yedi. Evde çocuğu ‘yalnız’ bırakıp ‘dışarı’ çıktığımız için. Ne zaman dışarı çıksak ortalığı telaşa veriyor, mık mık mık, o kadar başka bir şey konuşulamıyor ki hemen eve dönüyoruz.

Çocuğuna bu kadar düşkün insan bana kalırsa işten vakitli çıkar, çocuğu ne yer ne içer, kaçta ne kadar süre uyur gibi temel şeyleri de ezberden bilir. Şövalye geceyarıları Jelibon uyuduktan sonra işten dönüp bebeğin hiçbir bakım detayını bilmeyip benim haftada 1-2 defayı geçmeyen ikişer saatlik dışarı çıkma programıma saldırmakla meşgul. Dışarı çıktığım ve çıkmak istediğim için ne vicdansızlığım kalıyor ne de kötü anneliğim. Mesela Defne Joy vefat etti. Defne’nin kocasının yerinde Şövalye olsaydı o da karısının bekar adam evinde bulunma kısmına takılmaz ama çocuğunu evde bırakıp dışarı çıkma kısmına illa ki köpürürdü. Kötü bir anneydi, diye demeçler verebilirdi hakkımda.

Bu durumla değişik şekillerde baş etmeyi denedim. Hatta kötü bir anne miyim diye bayağı dönüp kendimi de tarttım ama öyle olmadığıma kanaat getirip Şövalye’yi duymamaya karar verdim. Onunla sosyalleşmeyi de minimuma indirip, Jelibon’u da evde bırakıp Düella ve Yonc’a katıldım. Düella yine üçümüzün finansal gücüyle uşaklı hizmetçili villalarda oturabileceğimize dair güzel fırsatlar öne sürdü. Jelibon’la aynı katta kalmamak şartıyla bebekle bile beraber yaşamaya razı olması bu teklifi iyice cazipleştirdi.

Yemek yedikten sonra sinemaya gittik kızlarla. Aşk Tesadüfleri Sever’e. Gidecek başka bir şey var mı diye taradık ama Mehmet Günsür’ün yakışıklılığına kapıldık kaldık. Dediler ki film çok acıklı. Babam ve Oğlum gibi. Ağla ağla mahfoluyormuşsun. Düella konu ne olursa olsun ağlayan insan gördü mü ağlar. Yonc zaten ufacık duygu sömürüsüne ağlar. Ekibin en domuzu benim.

Hani Issız Adam gibi deseler film için ağlamayacağımı biliyordum. Zira oradaki ıssız abinin kendi kaşındı. Sonradan vay kızı unutamadım, görünce fena oldum felan tribine ağlayamazdım. Issız’ın eski kız arkadaşına da ağlayamazdım çünkü kimsenin böyle hödük ve kısa süreli manitayı unutamamasına, görünce fena olmasına inanamazdım. Herkesin hayatında neden olduğunu anlayamadan bitmiş bir ilişkisi vardır. Öyle ani bitince de insanın aklı merakta kalabilir. Film de bunu kaşıdı. İnsanlar ağladı.

Ama Aşk Tesadüfleri Sever için Babam ve Oğlum gibi dediler. Ben o filmi belki de lohusalıkta izlediğimden ağla ağla mahfolmuştum. O çocuğun anasız babasız kalışına, dedenin de oğlunun vefatında keşke gitmesine engel olsaydım da oğlum ölmeseydi feryadına. Yazarken bile gözlerim doldu şimdi.

Çok ağlarız diye film arasında selpaksızlığımızı fark edip tuvalet kağıtları rulolamıştım cebime. Benim işime yaramadı ama Yonc’a uzattım bari. Ben de sinema çıkışı ağladım ama gülmekten ağladım. Bütün sinema salonuyla aynı geniş asansöre binip otoparka iniyorduk. O esnada Düella filmi kendi özgüveniyle ezdi bitirdi. Bunu bütün kabine dinletmesi de acaip komikti. “Cık”, dedi. “Olmamış. Bu film olmamış. Görüyorsunuz ki her sektöre bizim gibi insanlar lazım. Biz çekseydik bu film daha iyi olurdu. Yani sinema tecrübem yok ama ben bile yapsam daha iyisini yapardım” diye konuşurken kabindeki insanların ona bakışlarındaki şaşkınlık yüzyılın komedisiydi. Yonc, kabine ‘arkadaş biraz delidir, aldırmayın’ mimikleri yaptı. Ben Düella’ya katılıyordum ama durumumuza da gülmekten geri kalmıyordum.

Filmin olmamışlığı onca tesadüfün üst üste gelmesindeki gerçek dışılık değildi. Filmin tesadüfler üzerine kurulmuş olması beni bozmadı. Benim inandırıcılıktan uzak bulduğum şeyler, kızın çocukluk fotoğrafını tanımaması, 8 yaşındayken aşık olup ilk kez öpüştüğünü hatırlamaması gibi küçük detaylardan başka çoktan unuttuğu çocukluk aşkının uğruna iki gün içinde evlenmek üzere olduğu sevgilisinden ayrılması, çocuğun ise hastaneye o dakika yatmazsa öleceğini söyleyen doktoru dinlemeyip kızın sahne aldığı tiyatroya gitmesi. Yani anladık kız sahnede. Cebini açamıyor. Çek bir sms kıza. Zırt hastanesindeyim, gel de, yat işte. Hadi tiyatroda fenalaştın. Niye merdiven çıkmaya kasarsın. Bağır, çağır, yardım iste. Hem kendin kaşın bu düdürük sebepten ölmeye hem de sonra benim ağlamamı bekle. Oldu.

Özetle film, nasıl yapsam da insanları ağlatsam diye fazla dram kasmış. Kastığı şeyler de sudan şeyler üstelik. Madem dram istiyorsun bu aşkı daha çok emek harcanmış yap. Slogan bir cümle bulmuşlar isim olarak. Sonra da damar müziklerle ilerlemişler. Başka da bir şey yapmamışlar. Hem Mehmet Günsur'un da ön dişinin kaplaması eskimiş. Dişinin kenarları simsiyahtı. Bir jönün böyle dolaşmasına da anlam veremedim.

Türk sinemasının teknik anlamda bayağı iyileştiğini ama hikaye ve oyunculuk sıkıntısından muzdarip olduğunu bir kez daha anladık. Düella’yla inşallah bu sorunu da çözücez :)

5 yorum:

kim oldugumu biliyorsun dedi ki...

ya benim anlayamadigim bisi daha var. insan acaba kendi yaptigi ise disardan bakamaz mu? yani dusunsene bi film yapiyorsun, izlediginde kopuklugu nasil gormezsin? acaba insan uzerine dusune dusune bosluklari kendi mi doldurur bir kivama geliyor?

sanirim her eve lazim olan, bizim gibi arkadas! senin gozun gormezse benim gozum senin icin gorur, senin kulagin duymak istemese de benim dilim senin duymani saglayacak kadar cok soyler. beni pohpohlayana, hayran olana degil, gelistirmek icin gerekirse yerden yere vuran -elbetteki iyi niyetli- arkadasa canim feda olsun!

Yesim Arpat dedi ki...

Ben senin bana söylediklerinden ne zaman şok şokella oldum? Ben bilmiyor muyum ne mal olduğumu? Var işte eksiğim, gediğim, öküzlüğüm. Farkındayım. Bal gibi de farkındayım. Sen söyleyince bildiğim bir şarkıyı senin üslubunca dinliyor gibi oluyorum sadece. Senin için de bu böyle.

Ben o filmdeki kopukluğu yaptığımı bilirim. O kopukluğun işi bozduğunu da bilirim. Beceremeyeceksem beceremeyeceğimi de bilirim ve senden yardım isterim :)

Adsız dedi ki...

sevgili hafiye,
blogunuzu 2007den beri takip ediyorum. oldukça uzun aralıklarla da olsa aklıma geldikçe kontrol edip gelişmelerden haberdar oluyorum. bugüne kadar yorum yapmak gereği hissetmedim hiç. evlendiniz mutlu oldum, ilk bebeğinizi kaybettiğinize üzüldüm ikincisine sevindim. ve sizi en son hamile bırakmıştım. çok meraklı, çok özenli, eğlenceli, çok bilinçli bir anne olacağınızdan nerdeyse emindim. aradan 6 ay gibi uzun bir süre geçmiş.

şunu söylemeliyim ki eşinizin duygularını anlayabiliyorum. sanırım onun da kafasında sizin nasıl bir anne olacağınıza dair bir fikir varmış ve şu an ki durum o fikirle hiç bağdaşmadığından sizi kötü bir anne olmakla suçluyor. elbette benim size öyle bir ithamım olamaz. ama düşündüğümden çok farklı olmuş herşey. yazılarınız sadece anneliğin zorlukları, çocuk sahibi olmanın hayatınıza getirdiği kısıtlamalar, olumsuzluklar, mutsuzluklardan ibaret. o küçük bebeğin sizde uyandırdığı hiçbir güzel duygu yok mudur? iyi ki doğurmuşum dediğiniz hiçbir anınız olmadı mı? çocuk sahibi olmanın zorluğu herkesçe malum, siz de şüphesiz bu zorlukları bilerek bu yola çıktınız, şu an bulunduğunuz noktada mesajınız sadece bu annelik denen meret çok zor, bana göre değilmiş, ben de annelikten kırpar yaşamaya çalışırım gibi görünüyor. ben de eşiniz gibi hayal kırıklığı yaşıyorum...

Adsız dedi ki...

Sevgili Hafiye,

Üsteki şahsa kafa göz dalmak istiyorum. Bunu yapamayacağımdan, kendisine içimden dal ile başlayan bir hitap ile sesleniyorum. Bu ne yahu, birkaç gün uğramamışız bloguna, neler neler olmuş.

Sevgi pıtırcıkları sizi. Pıtırcıklar götürsün hepinizi.

The Harassed Mom

Ruty dedi ki...

Herkes de basimiza anne elestirmeni oldu. Ne be.