Pazartesi, Şubat 28, 2011

Lohusalık Mantıksızlıkları

Doğum izni esnasında güneşli havalarda evin yakınındaki parka çıkardık Jelibon’la. İlk çıktığımızda henüz 20 günlüktü. Devamlı ex-bakıcımız Halise’ye bağıran annemi evde istemeyen Şövalye’ye bir yandan hak veriyordum bir yandan içinde bulunduğum zombi durumuyla ne yapacağımı bilemiyordum. Parkta bunları konuşuyorduk işte. Güneşin, yeşilin tadı falan çıkmıyordu haliyle. Orada ağlaya ağlaya babamı aradım ve annemi gelip almasını istedim mecburen. Bugün olsa farklı davranırdım. Tecrübesizlik ve hormonlar yüzünden olsa gerek, herkesin rahatına fazla hassas davranmışım. 'Pardon ama ben lohusayım,' diyememişim. Annemin de, Şövalye’nin de, Halise’nin de, kaynanamın da keyfine başlardım. Dümdüz. Jelibon’u alır bir otele yerleşirdim heralde. Şuncacık hayatında beni o değil, onun doğumuyla beraber engel olamadığım tuhaf tavır ve aranjmanlar üzdü resmen. Rasyonel annesi edilgen bir maşaya dönüştüğünden. Nasıl olduğunu hala anlamıyorum. Geceleri Jelibon’u besler ve temizlerken üstüne bir de kimseler uyanmasın diye ekstra titizlenip parmak uçlarımda hareket etmişliğimi hala anlamıyorum. ‘Rahatsız olana güle güle’yi nasıl da diyemedim. O yüzden hormonlar çok tehlikeli. Cidden.

Artık bunu tartışır hale geldiğimde bazı arkadaşlarım ve annem benim onlara senelerce sergilediğim tavrın buna sebep olduğunu söylediler. Hafiye nasılsa kotarır. Hafiye nasılsa halleder. Hafiye nasılsa üstesinden gelir, becerir, çeker çevirir diye onlar da benim içinde bulunduğum ruh halini anlayamamışlarmış. Belki gerçekten ben de halletmem, becermem, başarmam, üstelik de kendi başıma bunu yapmam lazım diye kastığımdan bocalayışımı vaktiyle dillendirmemişim. Sonradan hormonlarımı ve gücümü toplayıp bu konuyu açınca yine düşe kalka, depresyona gire çıka da olsa becermiş, halletmiş ve kotarmışlıktan sonra konuşuyor olduğumdan birkaç ay evvelki ruh halimi hala anladıklarından emin değilim. Oysa ben devamlı ağlıyor ve önüme gelene ve hatta arkadaş grubuma dahi emaille intihar etmek istediğimi söylüyordum. Karşılığında kakara kikiri duyup 'Ee, bu iş böyle, sen istedin bebeği' lafını duymak için değildi heralde. Yani daha nasıl gösterebilirdim ki bocaladığımı? Yardımı da mı organize bir şekilde isteseydim? Benim bundan çıkardığım anlaşılmamak sadece. Gidip NLP kursuna falan yazılacağım yeminle. Kendimi net ve hatta odunluk derecesinde net sanıyordum. Değilmişim demek ki.  

Dün Pelinat’ın baby shower’ını yaptık. Uzun zamandır ilk kez kankalarla harika bir sohbet ortamı oldu. Çok güzel bir gün geçirdik. Pelinat’a şimdiden kolaylıklar diliyorum ama zaten (inşallah bebeğin sağlıkla gelmesi durumunda) benim yaşadıklarımı onun yaşamayacağından eminim. O başkalarını sallamaz, anneliğine odaklanır. Zaten de mizacı gereği ucuz kahramanlıklara kalkmaz. Üç torununun da bakımında aktif olarak görev alan dinç ve hevesli annesi bu dördüncü torununa da günümüz bakım şartlarına aşina bir şekilde bakacaktır. Halden anlayan ve her an müsait anne yardımı gibisi yok.

Çarşamba, Şubat 23, 2011

İnternet Kankalığı

Henüz Kerevit gitmemişken, beni yatağa mıhlamış, elim yüreğimde bekletirken elimdeki blackberry’den paso durumumun teşhisi olarak bana söylenen subkoryonik hematomu (subchorionic hematoma) gugıllayıp durmuştum. Blackberry’den gugıl manyağı olmam o döneme rastlar. O gün bu gündür uzandığım yerden gugıllarım aklıma ne gelirse.

O zaman bir blog bulmuştum. 800 Pound’luk Bebek idi adı. 40 yaşında bekar bir kadının anne olma çabasının günlüğüydü. İngiltere’de yaşıyordu. 800 pound ise sperm bankasından tek seferlik aşılama yoluyla bebek denemenin ücretiydi. Birkaç defa bu yöntemle denemiş ve birkaç defa 800 poundunu harcamıştı. Ben hematomumla yatarken o da ilk düşüğünün ardından ikinci hamileliğinden kanıyordu. Düşmesin diye dua ediyordu. Benzer zamanlarda bebeklerimizi kaybettik. Benzer acılar bizi yakınlaştırdı. O iki kez daha aşılamayı denedi.

Tüp bebek yapmasını önermiştim ama işte memleketlerinin sağlık sistemi parasıyla bile olsa birkaç aşılamadan sonra tüpe izin veriyordu. Tüp bebek çok da pahalıydı oralarda. Danışmandı. Kötü kazanmıyordu ama bu yolda bir servet harcayıp durmasın diye onu Türkiye’ye bile çağırdım. Sonra ben Jelibon’a hamile kalınca temasımız koptu. Moralim bozulmasın diye bloguna bakamadım. 'Hey, ben hamileyim. Senden n’aber?', diyemedim. Parmaklarım gitmedi. Geçenlerde merak edip baktım. Meğer Jelibon’dan tam iki ay sonra onun da oğlu doğmuş. Yeniden konuşmaya başladık. Annelik halleri üzerine şimdiki muhabbetimiz. Ben Belgrad’dayım iş seyahatinde. O Frankfurt’ta. İkimiz de otel odasında. Laf lafı açtı.

Tanışmadığım bir insanı tanıdığıma çok memnunum. İletişim çağını yakalamış olduğuma da.

Pazartesi, Şubat 21, 2011

Van Minut

Beni uzaktan da olsa izleyenler ve benimle mutlu olup benimle üzülenler olduğunu bilmek çok sevindirici. Kimileri ise daha kötücül biçimde, kafadan anne olmayı hak etmediğimi düşünüp, çocuk hasretiyle tutuşan kimilerine çocuk vermeyen Allah’ın tutup benim gibi domuzlara bunu bağışladığından şikayetçi. Olsun. Ben de aslında anne olmayı çok da hak ettiğimi ispat etmek durumunda değilim. Anneliğin sadece kötü yanlarını yazma gibi bir misyon edinmiş de olabilirim varsayın. Ben Şövalye’nin de iyi yanlarını kolay kolay yazmadım. Neden o zaman kimse evliliğin iyi yanlarından bahsetmiyorsun, demiyor? Neden kimse kocanı sevmiyor musun madem, demiyor?

Çünkü annelik o kadar sakıncalı ve kutsal bir mevzu ki, sadece mutlu yanlarını ortaya koymanız gerekiyor. İnsanlar artık rahatlıkla allah var mı diye tartışırken anneliği hala tartışamıyorlar. Ne garip.

Evet, annelik bana zor geldi. Fiziksel zorluklarından ziyade bende yarattığı anksiyete hali bana zor geldi. Rahat tabiatlı bir insan olsaydım eminim bunu böyle yaşamazdım. O zaman daha naif şeylerden bahsedebilirdim. Jelibon'a süt veremedim endişe ettim, elimden düşürürüm diye korktum uyumadım. Uyurken nefessiz kalırsa diye çocugu nefes monitörlerine bağladım. 10 dakikalığına bakkala bile gitsem bir şeyler boğazıma bastı, eve koştum. Bunlar bilmediğim şeylerdi benim. Önceden hesaplayamadım bunların olacağını. Bu hislerle başa çıkmayı öğrenmeye başladım artık.

Ama bütün bu öğrenme sürecinde yapayalnız da kaldım. Anneliğin ilk dönemlerinde aniden dış dünyadan izole de oluveriyorsunuz. Ne yaptığınızı, ne yapmanız gerektiğini bilmeden, endişeden geberirken bu yeni duruma tek başınıza alışmaya çalışıyorsunuz. Üstelik ömrü boyunca iyi ya da kötü ev dışında bir hayat yaşamış ve buna bu kadar alışmış bir insanın hayatının 180 derece dönmesini ve bu dönüşe aniden, birkaç günün içinde, dudaklarından bal damlayıp, mutluluktan uçarak adapte olmasını bekleyen bir toplum ve zihniyet varken ağır tecrit üstüne katmerli bir stres de yaşıyorsunuz.

***
Doğurmakla değil, herşey bir insanı beslemekle başlıyor. Onu beslerken onun ateşinin olup olmadığını, uykusunun gelip gelmediğini de anlıyorsunuz. Üşüdüğünü, terlediğini, neyi sevdiğini, elini nasıl koymak istediğini. Ne kadar yediğini, aç mı tok mu, huzursuz mu olduğunu. Bir süre sonra onun herşeyi siz oluyorsunuz. Birinin herşeyi olmak nasıl ağır bir yük. En ufak hatada bütün şehir havaya uçacakmış kadar ciddi bir endişeyle sirk cambazı gibi yaşamaya çalışıyorsunuz.

Eğer babaların da ebeveynlik işinden daha büyük pay almasını istiyorsak öyle alt değiştirip uçtu uçtu yapmakla kalmamalılar. Beslemeliler bebeklerini. Anne sütü gerekliliği mevzuu kadını çocuğa karşı tek sorumlu yapıp bırakıyor. Kadın eski kadın değil ki. Bazı kadınların babadan ne farkı var? 30 yıl en iyi okullarda okuyacağım burs kasmış, kurs kasmış. Çalışacağım, terfi edeceğim, gayrimenkul alacağım diye hırs kasmış. Sonra sırf memesinden gelen süt hala tıbben günümüz mamalarına karşı üstünlüğü anlamlı bir farkla kanıtlanmamışken kendisinden 30+ yıldır beklenen şeylerin yerine bambaşka davranışlar sergilemesi bekleniyor. Daha da kötüsü, bir süre sonra işe dönen kadının her iki davranış modelini birden türlü cambazlıklarla kotarması gerekiyor. Bir tarafa azıcık kaysa öbür taraftan kulakları çekiliyor.

***
Jelibon'u doğurduğuma pişman değilim. Onu çok da seviyorum. Bir gülüşüne ömrümü veririm. Ama bunları her anne size söyleyebilir. Söylemedikleri kısımları ben söylüyorum. Durum budur şeklinde.

Ben oğlumu kendi bildiğimce seviyorum. Ona emek vererek, başına gelecek kötülükleri tahmin edip onları bertaraf etmeye çalışarak, onun önünü açarak seviyorum. Onunla saatlerce mıncırmıyor olabilirim. Yavruuum diye bağrıma basmıyor, öpücük yağmurlarına tutmuyor olabilirim. Emin olun niye bu şekilde sevgimi gösteremiyorum diye çok da düşündüm. Bebeğim onu sevmediğimi sanacak diye çok da ağladım. Bana bunları düşündüren ve sevme biçimim yüzünden beni özellikle tenkitleriyle üzen de Şövalye’dir. Beni özgür bırakmışlığı, hırpalamadan sakin sevgisiyle adeta bir İskandinav erkeği Hans olan Şövalye, anne olmamla beraber beni görmek istediği yer itibariyle öz be öz Türko Hasan’a dönüşmüştür. (Bu benzetmenin telif hakkı Düella'ya aittir. Şövalye, ona çemkir lütfen) Ben kimseyi böyle sözlerimle, ellerimle, dudaklarımla, pişirdiğim yemeklerimle, kucağımın sıcağıyla sevmedim ki. Anne olunca bu huyum da mı değişmeliydi? Neden değişmedi? Bende bir tuhaflık mı var? Bunu tecahül-i arif anlamında değil, cidden soruyorum.

Sadece çocuğum oldu. Onun iyiliği, güzelliği herşeyin üstüne çıktı. Ama bunları sağlama biçimim değişmedi. Değişmiyor. Ben de değişmesini bekledim. Sandım ki onunla evde geçen her dakika mutluluktan ayağım yerden kesilecek. Bir daha asla işe dönmek istemeyeceğim. Ondan her ayrıldığımda ağlayacağım. Olmadı. Yerine neden ben böyle hissetmiyorum diye kafam karıştı, üzüldüm ve yoruldum. Sayenizde.

Bir daha da annelik yazmam. Kendi kendime yaşarım domuzluğumu.

Perşembe, Şubat 17, 2011

Film İzlerken Ağlamak

Geçen gün kahvaltı yapmak için Şövalye’yle Boğaz’a gittik. Evde annem vardı, Hayriye Teyze vardı. Jelibon’un yeterince bakıcısı vardı yani. Zaten saat 08:30 gibi gerçekleştirdiğimiz bu erken operasyon yarım saatte sona erdi. Hızla yemekten menemenim mideme oturdu. Çayım dilimi yaktı. Şövalye beynimi yedi. Evde çocuğu ‘yalnız’ bırakıp ‘dışarı’ çıktığımız için. Ne zaman dışarı çıksak ortalığı telaşa veriyor, mık mık mık, o kadar başka bir şey konuşulamıyor ki hemen eve dönüyoruz.

Çocuğuna bu kadar düşkün insan bana kalırsa işten vakitli çıkar, çocuğu ne yer ne içer, kaçta ne kadar süre uyur gibi temel şeyleri de ezberden bilir. Şövalye geceyarıları Jelibon uyuduktan sonra işten dönüp bebeğin hiçbir bakım detayını bilmeyip benim haftada 1-2 defayı geçmeyen ikişer saatlik dışarı çıkma programıma saldırmakla meşgul. Dışarı çıktığım ve çıkmak istediğim için ne vicdansızlığım kalıyor ne de kötü anneliğim. Mesela Defne Joy vefat etti. Defne’nin kocasının yerinde Şövalye olsaydı o da karısının bekar adam evinde bulunma kısmına takılmaz ama çocuğunu evde bırakıp dışarı çıkma kısmına illa ki köpürürdü. Kötü bir anneydi, diye demeçler verebilirdi hakkımda.

Bu durumla değişik şekillerde baş etmeyi denedim. Hatta kötü bir anne miyim diye bayağı dönüp kendimi de tarttım ama öyle olmadığıma kanaat getirip Şövalye’yi duymamaya karar verdim. Onunla sosyalleşmeyi de minimuma indirip, Jelibon’u da evde bırakıp Düella ve Yonc’a katıldım. Düella yine üçümüzün finansal gücüyle uşaklı hizmetçili villalarda oturabileceğimize dair güzel fırsatlar öne sürdü. Jelibon’la aynı katta kalmamak şartıyla bebekle bile beraber yaşamaya razı olması bu teklifi iyice cazipleştirdi.

Yemek yedikten sonra sinemaya gittik kızlarla. Aşk Tesadüfleri Sever’e. Gidecek başka bir şey var mı diye taradık ama Mehmet Günsür’ün yakışıklılığına kapıldık kaldık. Dediler ki film çok acıklı. Babam ve Oğlum gibi. Ağla ağla mahfoluyormuşsun. Düella konu ne olursa olsun ağlayan insan gördü mü ağlar. Yonc zaten ufacık duygu sömürüsüne ağlar. Ekibin en domuzu benim.

Hani Issız Adam gibi deseler film için ağlamayacağımı biliyordum. Zira oradaki ıssız abinin kendi kaşındı. Sonradan vay kızı unutamadım, görünce fena oldum felan tribine ağlayamazdım. Issız’ın eski kız arkadaşına da ağlayamazdım çünkü kimsenin böyle hödük ve kısa süreli manitayı unutamamasına, görünce fena olmasına inanamazdım. Herkesin hayatında neden olduğunu anlayamadan bitmiş bir ilişkisi vardır. Öyle ani bitince de insanın aklı merakta kalabilir. Film de bunu kaşıdı. İnsanlar ağladı.

Ama Aşk Tesadüfleri Sever için Babam ve Oğlum gibi dediler. Ben o filmi belki de lohusalıkta izlediğimden ağla ağla mahfolmuştum. O çocuğun anasız babasız kalışına, dedenin de oğlunun vefatında keşke gitmesine engel olsaydım da oğlum ölmeseydi feryadına. Yazarken bile gözlerim doldu şimdi.

Çok ağlarız diye film arasında selpaksızlığımızı fark edip tuvalet kağıtları rulolamıştım cebime. Benim işime yaramadı ama Yonc’a uzattım bari. Ben de sinema çıkışı ağladım ama gülmekten ağladım. Bütün sinema salonuyla aynı geniş asansöre binip otoparka iniyorduk. O esnada Düella filmi kendi özgüveniyle ezdi bitirdi. Bunu bütün kabine dinletmesi de acaip komikti. “Cık”, dedi. “Olmamış. Bu film olmamış. Görüyorsunuz ki her sektöre bizim gibi insanlar lazım. Biz çekseydik bu film daha iyi olurdu. Yani sinema tecrübem yok ama ben bile yapsam daha iyisini yapardım” diye konuşurken kabindeki insanların ona bakışlarındaki şaşkınlık yüzyılın komedisiydi. Yonc, kabine ‘arkadaş biraz delidir, aldırmayın’ mimikleri yaptı. Ben Düella’ya katılıyordum ama durumumuza da gülmekten geri kalmıyordum.

Filmin olmamışlığı onca tesadüfün üst üste gelmesindeki gerçek dışılık değildi. Filmin tesadüfler üzerine kurulmuş olması beni bozmadı. Benim inandırıcılıktan uzak bulduğum şeyler, kızın çocukluk fotoğrafını tanımaması, 8 yaşındayken aşık olup ilk kez öpüştüğünü hatırlamaması gibi küçük detaylardan başka çoktan unuttuğu çocukluk aşkının uğruna iki gün içinde evlenmek üzere olduğu sevgilisinden ayrılması, çocuğun ise hastaneye o dakika yatmazsa öleceğini söyleyen doktoru dinlemeyip kızın sahne aldığı tiyatroya gitmesi. Yani anladık kız sahnede. Cebini açamıyor. Çek bir sms kıza. Zırt hastanesindeyim, gel de, yat işte. Hadi tiyatroda fenalaştın. Niye merdiven çıkmaya kasarsın. Bağır, çağır, yardım iste. Hem kendin kaşın bu düdürük sebepten ölmeye hem de sonra benim ağlamamı bekle. Oldu.

Özetle film, nasıl yapsam da insanları ağlatsam diye fazla dram kasmış. Kastığı şeyler de sudan şeyler üstelik. Madem dram istiyorsun bu aşkı daha çok emek harcanmış yap. Slogan bir cümle bulmuşlar isim olarak. Sonra da damar müziklerle ilerlemişler. Başka da bir şey yapmamışlar. Hem Mehmet Günsur'un da ön dişinin kaplaması eskimiş. Dişinin kenarları simsiyahtı. Bir jönün böyle dolaşmasına da anlam veremedim.

Türk sinemasının teknik anlamda bayağı iyileştiğini ama hikaye ve oyunculuk sıkıntısından muzdarip olduğunu bir kez daha anladık. Düella’yla inşallah bu sorunu da çözücez :)

Çarşamba, Şubat 09, 2011

Sabıkalı Bakıcı

Hayriye Teyze’yle Jelibon büyük bir aşk içindeler. Jelibon benle fazla ilgilenmiyor eve gittiğimde de. Bebeğim bakıcısını benden daha çok seviyor diye vahlanacak değilim. Daha çok sevsin hatta. İş hayatına feci gömülmeye başladığım ve seyahatlere çıkacağım şu günlerde bu durum benim en azından evde işlerin yolunda gittiğine dair rahatlatıyor. Anksiyetemi azaltıyor. Tabii bu durumu da okudum. Çocuklar her türlü annelerini ayırt edebilirlermiş. Bir başkasını sevmeleri de başkalarını da sevebilme yeteneklerini ortaya çıkarırmış. Sağlıklıymış. İyiymiş.

Diyordum kiiii…

Anne Şövalyelerin geldiği bir gün Hayriye Teyze’nin de içinde olduğu bir sohbet ortamı olmuştu. Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisini tartışıyorlardı. Anne Şövalye dizideki olayları çok abartılı bulmuştu. Öyle sayko bir Ali Kaptan kocası babası, olurmuş muydu hiç? Hadi olsa bile karısı kalkmış metresini bıçaklamış. Bıçaklamaklar falan çok abartılıymış. Baba Şövalye şeker tomtiş ötesi. Ağzı olmasına rağmen dilinin olmadığı gibi karısı, çocukları ne isterlerse amade. Flört dönemlerinin, çıkmaların, takılmaların yaşanamadığı yıllarda Baba Şövalye ile evlendiği için kayınvalidem, haliyle başka model adam tanımıyor.

Hayriye Teyze lafa karıştı. “Aaa”, dedi. “Olmaz mı hiç? Ben de kocamı bıçakladım.”

Hayriye Teyze, kocasını başka kadınla basmış evinde. Mutfaktan bıçağı alıp saplamış adama. Yaralanmış eleman. Ama şikayetçi olmamış da hapisler mahkemeler yaşanmamış.

Ben içimden ‘afferim’, dedim teyzemize. Hak etmiş kocası da. Kadının evinde, odasında. Bu ne fütursuzluk. Zaten adam istenmiş gel beni gebert demiş alenen. Kaşınmış. Kaşımışlar.

Anne Şövalye’nin kaşı gözü atmaya başladı. “Niye bıçaklıyorsun canım? Boşansaydın bitseydi. Aaa” oldu.

Bu da çıldırma anlarından habersizliğini, intikamın o kaşıntılı hissinden bihaber oluşundan kaynaklanan seviyeli ve fazla derli toplu bir mantıktı.

“E, boşandık heralde,” dedi Hayriye Teyze. “Ama o an gözüm dönmüştü.”

Anne Şövalye Hayriye Teyze’nin gözünün bizim evde yeniden dönebileceği endişesiyle huzursuz olurken ben bu hikayeden kendime rahatsızlık çıkarmak istemiyorum. Yeni bir bakıcı sorununu göğüsleyebilecek sabrım yok. Henüz. Hala yaralarım taze.

Çarşamba, Şubat 02, 2011

Çalışan Anneliğe Giriş

İşe başladım sonunda. Herkes nasıl hissettiğimi soruyor. Yine bir şey hissetmiyorum. Kabullenmiştim bu durumu ve bekliyordum diye heralde ne üzüldüm ne sevindim. Sadece şunu söyleyebilirim ki ofiste çalışmak anne olarak evde çalışmaktan daha kolay geldi bana. O yüzden ofiste dinleniyorum sanki. Belki de evdeyken de ofis işlerini takip etmeye çalışıp her işi bitirmeye takıp yorulduğumdandır, bilemiyorum. Evde ne olacağı belli olmuyor ki. Jelibon kah iştahlı kah değil. Kah uykucu kah yaygaracı. Bazen uyuyor ama biliyorum ki gündüz bir seferde en fazla 1.5 saat uyuyor. İşte o son 15 dakikaya girdiğimizde elimdeki işi bitirmek için zamana karşı yarışmaya başlıyorum. İlk ‘uaaaaa’ ile yanıyorum. Sobe oluyor.

Jelibon’la beraberken rastgele fırlatılan oklardan kaçınarak tapınağa ulaşmaya çalışan Aztek askeri gibiyim. Öyle bir oyunum vardı Commodore 64’ümde. Ne strese sokardı beni. İlk ve son oyunum oldu, bir daha bu adrenalini kaldıramadı bünyem. Sanırsınız o oklar kanlı canlı etime saplanacak da oracıkta vurulup öleceğim.

Anksiyete basıyor dediğim şey bu işte. Oysa Hayriye Teyze evde çocuklu hayatı o kadar rahat ve kendiliğinden yaşıyor ki ona gıpta ediyorum. Bebek uyandığında ana kucağına oturtup, eline iki zımbırtı tutuşturup dizisini seyrederken akşam yemeğine fasulyesini ayıklıyor. Bir elinde çocuk varken öbüründe telefonuyla arkadaşıyla sohbet ediyor. Ben ki ofiste multitasking’in dibine vurmuş bir insanım, evde bunu yapamıyorum. Yapamadıkça da kendime öfkeleniyorum. Bebeğin gözü açıksa onunla oynamam, ona şarkılar söylemem lazımmış gibi geliyor. Bundan vazgeçsem de kötü anneymişim gibi. Bunda Şövalye’nin de payı büyük. Üç dakika Jelibon’dan ayrılsam bana kötü anne olduğumu söylüyor. Hoş, ona bu laflarını yedirtiyorum ama yine de izi kalıyor demek ki.

Ebru Şallı’ya da uyuzum. Almadığı ve zırt diye verdiği hamilelik kilolarından dolayı değil elbette. Zira ben de doğurduktan dört gün sonra doktor kontrolüme giderken eski pantolonlarımı giyiyordum rahatlıkla. O kadar büyütülecek bir durum değil. Hamileyken 10 kilo alırsanız iki haftada çatı matı geniş kalıyor ama eski halinize aynen dönüyorsunuz. Ama Ebru Şallı tuttu dedi ki kadınlar doğumdan sonra kilolarından dolayı depresyona giriyorlar. Postpartum depresyonunu kafadan kilolara bağladı. Zaten şu hayatta başımıza ne geliyorsa totomuzun çapından geliyor.