Cuma, Haziran 30, 2006

Sonunda Son Kez Atlanta

Meraklariniz icin tesekkur ederim. KupKup'u arayamadan terkettim Caponya'yi. Son dakikada yer oldugunu haber aldigim Houston ucagina bilet alip kosturmam icabetti. Sonra orada da kaldim. Kal gelmemisti. Ama kaldim. Uyudum. Hep uyudum.
Otel odasinda, aklimda Mrs Dallowayler, Olmeye Yatan Ayseller. Hikayelerin benzerligi ve hikayelerin kapsami.
Gozlerim agriyor.

Cuma, Haziran 23, 2006

Tokyo Umurlari

Zeynep Oral elime su dokebilir miymis? Siz Japonya'yi benden dinleyin.

Kupkup ve Sayuri isimli bir hanim arkadasi sabah nefis bir hareketle Rifat'in- achtebahn ya da rollercoaster, kendi uydurdugumuz Turkcesiyle, 'eglence treni'- planini bertaraf etti. Yagmur yagarsa aleti calistirmazlar diyerekten. Ne yagmur yagdi ne bir sey ve tren yerine tapinaklar, bahceler gormeye gormeye gittik.

New York'ta basimiza gelen, o gittigimiz yerin tadini cikarmak yerine cilginca fotograflarini cekmek illetine yine yakalandik. Rifat'a kitaplarimi guvendim de ta Japonya'ya getirdim hani benim yerim yok, o yazin Turkiye'ye tasisin diye ama fotograflarimi guvenemiyorum. Guven dedigin sey azar azar gelisiyor. O da bana guvenemiyor anlasilan, makinelerimizi degistirdik. Ben onu cekiyorum, o beni. O artist, ben ondan artist. Digital kamera cikti, mertlik bozuldu, kimse turist degil, herkes artist. Sayuri onunde poz poz resim cektigimiz tahta oymanin ta 1300'lu yilllara uzanan hikayesini anlatmak icin kendini helak ederken biz coktan bir baska mizanseni yaratmaya kosmus oluyorduk.

Susilerimizi de yedikten sonra Rifat hediyelik esyalar dukkanindan kendine karatecilerin, aikidocularin kafasina bagladigi bantlardan aldi. Duz, beyaz bir bez, uzerinde 'bir numarayim' yaziyor Japonca. Kendimizi cekik dunyasina da rezil ettikten sonra sehre donerken trende karsimiza oturan herhangi bir Japonun seyahati boyunca ne yapacagini tahmin etme oyunu oynadik. Ya beyaz ve de mutlaka kapakli ve ucundan bir cizgi film karakterinin maskotu sarkan cep telefonlarini cikarip kucuk ekranina kitleniyorlar, ya uyuyorlar ya da cizgi roman okuyorlar. Dorduncu bir secenek asla yok.

Aksama Rifat'in Alman is arkadaslarini da saflarimiza katarak Tayland restoranina gitmek uzere oteline geldigimizde Rifat'in buram buram sucuk kokan odasinda tarifsiz bir jetlag7e yenilerek uyuyakaldim. Onlar gitti, ben kaldim. Gece uyandigimda hala donmemislerdi. 32. kattaki Tokyo manzarasini pencerede bacaklarim karnima cekili izleyerek Lost in Translation tribi yaptim. Donduklerinde onlar uykulu ben cin gibiydim.

Boyle agir(?) hikayeler bizi bozar. Bizim tayfaya magazinsel haber lazim. Soyle ki: Sayuri, Rifat'in Japonya seyahatlerinde arkadasi oluvermis ama sabah saatlerinde alenen Rifat'a yazan kiz bunun gun icindeki saklabanliklarindan sonra ondan sogudu. Son dakikada da kendini aksam planindan cikardi. Bakalim bugun ne olacak? Bildiricem mutlaka.

Çarşamba, Haziran 21, 2006

Tokyo'da Ilk Gun

Uzun zamandir sesim cikmiyor diye beni merak ediyorsunuz, biliyorum. Lakin isi gucu biraktim. Aylin'in evdeki dial-up baglanti da asiri kastirdigi icin bu alemden tatile cikardim kendimi. Bugun Tokyo'ya geldim. Acaip. Gercekten. Asiri asiri teknolojik bir yer. Herkes cep telefonunun basinda bisiler yapiyor. Beyaz janjan telefonlarinin ucundan puskuller, ziller sarkan sessiz insanlar ulkesi.

Kupkup'un evdeyim. Eniste karpuz kesti. Yiyorum simdi. Hani o kadar kastirdi ya buranin cilegi, muzu diye . Yok, anacim. Diyarbakir karpuzu kesinlikle daha iyi. Acik ara. Damak tadi bozulmus cocugun burda 10 yildir. Rifat'a da ugradik aksam. Kupkup, Rifat'a sucuk siparis etmis Almanya'dan. O da dun gece acikinca siparise hiyanet edip cig cig yemis odasinda. Bir de sigara icilen oda ayarlamis sekreter diye aglak yapiyor. Yok sigara falan koktugu. Sadece sucuk kokuyor. Butun kati sucuk kokuttugu yetmiyormus gibi mutemadiyen odasinda unuttugu anahtar kartiyla resepsiyon gorevlilerine iskence ediyor. Kibarim Japonumlar arkasindan odasina kostur kostur bir hal oluyorlar. Hala da sikayet ediyor otelden. Boyle musterim olsa kovardim ben olsam. Yarin da tutturdu 'achtbahn'a gidelim Fujitsu'ya. Dedim o ne? Ne bicim Alman olmussun sen, pis. Roller-coaster oldugunu ogrendik dedigi seyin. O da bana giydirdi, tabii. Ben de Amerikan olmusum- hakkaten de ne bu aletin Turkcesi? Butun gece dusunduk, bulamadik.

Hepinizi hasretle kucakliyoruz. Kulaklarinizi cinlatiyoruz. EN cok da Yonca'nin. Butun resimler o catlasin diye cekiliyor Rifat'la sarmas dolas. Hehe.

Salı, Haziran 13, 2006

Yazısız

Memlekete dönmeden Amerika'ya has ne kadar yemek, daha doğrusu zararlı yiyecek varsa hepsini gömme usulü yaşıyoruz günlerdir. Aylin'e diyorum, bana çanak tutma. Yeter artık. Kızarmış ballı çin tavukları yemekten suratımda ergenlikte dahi belirmeyen kırmızı kabarcıklar oluşmaya başladı. Her akşam buffet'deyiz. Yiyebildiğin kadar, hadisesinin Amerikancası. Açık büfe yani. Bir Amerikan, bir Meksika, bir Çin büfesine dönüşümlü olarak gidiyoruz. Neden, niye yiyebildiğimiz kadara kasıyoruz, bilemedim. Öğlen zaten Waffle House'da omletler, waffle'lar, sildik süpürdük. Öğledensonra az biraz eşya taşıdık ya dışarı, çok spor yapmış sayıp kendimizi, akşama da açık büfeye gitme hakkını verdik kendimize.

Ortamdaki en ince insanlar olarak Aylin'le tabakları tepeleme doldururken bir amca bana 'futbol maçı kaç kaç bitti?' dedi. Meksikalı sanıldım gene. Yok, dedim, izlemedim, bilmiyorum. Sanırım Amerikalılar'da da bir futbol merakı başlıyor ufaktan. Oturduk ama bir yiyeyeme halindeyiz. Et ve salata yiyelim hani, karbonhidrat uzak durursa kendimizi iyi hissedicez. Didik didik bıraktik, kalktık. Konuştukça midemden çıkan sular boğazıma hücum ediyor. Aylin, diyorum, ben kusucam galiba. Koş, dedi, evin etrafında, bahçede. Gecelik, ben ve kediler. Turla. Turlayama. Aylin karşıma geçip sigarasını tuttururken squat yap, dedi. Havada oturup kalkma egzersizi. Bacak çalıştırıyor, mideyi bastırır mı, bilemem. Böyle egzersizleri yapamıyorum ben. Gücüm, kondüsyonum yetmediğinden değil, bir denge sorunum var. Zaten bisiklete binmeyi ancak 16 yaşında öğrenebildim- ki bisiklet sürmek unutulmayan bir motor öğrenmeymiş ya, yok öyle bir şey, ben unuttum bile. Sadece koşmayı bilirim. Zaten gene az kalsın çakılıyordum betona kafa üstü. 'Gene', diyorum çünkü çakılmışlığım var. Uzun ve eski bir hikayedir, belki sonra anlatırım.

Alışverişten de hızımı kesemedim. Gittikçe artan yükümü fedexlesem mi, kargolasam mı bilemeden ve bu bilememe beni yıpratırken, çözelim diye her dışarı çıktığımızda kendimizi yağlı yemekli bir restoranda buluyoruz. Yedikçe rahatlasam, hadi neyse. Yok, bir anksiyete, pür anksiyete. Bir de kendime dahiyane hedefler koyuyorum. Türkiye'ye gidince sağlıklı yemekler yenecek, spor yapılacak, sigara içilmeyecek. Tabi tabi. Pide ve dumanlı mekan cenneti. Bu sabah tartıldım, kilo almamışım. Aylin'e sevinç yaptım. O da bütün kiloları kendisi aldı sanıyor şimdi.

Cumartesi, Haziran 10, 2006

Hafiye Selamı

Parasını almış olmama rağmen Megan kızımız henüz gelip arabasını almadı. Kurtlu bakla olduğum için de arabayı son dakikada hacamat ederim korkusuyla kullanmıyorum, öyle duruyor işyerimdeki otoparkta. Her an teslim edilmek üzere. Aylin'in eski yedek bir arabası var. Onu kullanıyorum birkaç gündür. Araba tam 400 bin kilometrede. Dünyayı 10 kez dolanmış yani. Takır takır gidiyor. Kliması bile çalışıyor. İnanılmaz. Öyle sandığınız gibi 79 model bir şey değil. Nispeten yeni. 95 model bir Nissan Altima. Burada mesafeler uzun, yollar rahat diye bu kadar çok çalışmış. Yine de 400 bin. Dile kolay. Japonlar yapmış, aabi. Neyse işte, arabanın maaşallahı var diye tahtalara vurmaktan bir halken sonra o tahtalar bize vurdu. Tabii ki.

Dün hava ben diyeyim 40, siz diyin 50 dereceyken ve fakat feci trafikli kızgın asfaltta 60 derece gibi hissedilirken, otobanda en yakın çıkışın getto olduğu bir yerde araba hararet yaptı. İbrenin H'ye doğru ilerlemesine paniklemenin yanısıra çıkışa kadar idare eder mi edemez mi diye muhasebeleri beceremedim ve cepten hemen bilirkişi abileri aradim. Dediler ki kaloriferini çalıştır üç beş dakka. Araba oldu mu bir yamyam kazanı. Çıkıştaki ilk benzin istasyonuna çekmeyi başardım. Arabalardan yükselen baslar, ortalıkta işi gücü olmadan bekleşen abiler. İçeri girdim. Tezgahın etrafi Mısır orijinli baharatlar falan dolu. Sahipler de ortadoğulu görünümlü. A, dedim 'aleyküm selam'. Afganmış biri, gençten. Anlattım arabam böyle böyle. Yanındakine anlattı durumu kendi dilinde. Gülüştüler. Ya evet, beceriksiz karılar yolda kalmış, ne komik, ne ego tatmin edici. Bir kova su aldı arkadan getirdi boşalttı radyatöre. Yanımdaki arabada ürkek bakışlı sarışın bir kız gördüm. Bu sıcakta camları kapatmış, araba çalışmıyor. İçerde pişiyor olmalı. Onun da arabası hararet yapmış. Korkuyormuş dışarı çıkmaya. Benden cesaret çıktı. Baktik onunkine de. Şu pompası kırılmış. Bir arkadaşını bekliyor.Trafik çok, uzun zaman alır gelmesi. Korkmasın diye yanında bekledim artık.

Afgan çocuk İstanbul Cafe'yi biliyor musun, dedi. Biliyorum, a tabii, dedim. Atlanta'nin Türk restoranı. Biraz muhabbet ayaküstü. En az on tane başka abi de geldi, bakıyor. Neye, niye, belli değil. Çantama mukayet olma telaşı sardı beni. Sarışının arkadaşı da geldi zaten. E, ben de gittim. Benzinciden sonraki ilk ışıkta yanıma yine zıplangaç bir araba durdu. İçinde beş abi. Aç aç, diye tempo tutmaca. Ben açmayınca ıkınarak önümdeki arabanın görüşüne girmeye çalıştılar. Ordaki teyzeye de aynı muhabbet. Aç aç. Teyze yarı beline kadar sarkıp bir kelimesini bile anlamadığım tükürüklü bir tartışmaya girdi. Yeşil yandı, sıvıştım.

Hikayeyi sonradan anlatıyordum. İşte ne akilane bir şekilde, din birliğimizi kullanaraktan abilere radyatör bakımı yaptırdım, sorunu çözdüm falan diye. İçeri giren 'selamün aleyküm' der. 'Aleyküm selam, değil', dedi. A, doğru ya. Abiler şaşkalozluğuma acıdılar yani. Hepsi o. Hafiye kendini cingöz sanmaya devam etsin bakalım daha.

Perşembe, Haziran 08, 2006

Ayrılık Draması

Kaç gündür zırıl zırıl ağlamaktan artık surat muşmulaya döndü. Hayır, bi de o rimel illa sürülecek. İnsan kendini bilir, di mi? Ağla ağla. Akmaz dedikleri en el yakanı bile is karası bulaştırıyor göz etrafından yanaklara yol yol. Neye mı ağlıyorum? Mesela, bana, 'bugün hava ne güzel, di mi?' diyin, ben oturup ağlıyim. Bak, havası da güzel de çok özliycem de, diye. Ya da 'çok hoşsun bugün' diyin. Uhuu, buralarda güzelim, memlekette vasat olucam, diye ağlıyim. (Hafiye'nın attığı taş baş yarmaz) Güya bugün evimin satış sözleşmesi yapılacaktı. O da yattı. Anahtarları elimde kaldı. Araba da bende hala, parasının yarısı da bankada. Ne evime gidebiliyorum ne arabamı kullanabiliyorum. Bir korkma hali. Son dakikada yapışır da çıkamazsam, diye.

En son sevdiğim bir amirim geldi. Gideceğimi duymuş. A, 'senin gibi birinin yeri nasıl dolacak', a 'ne akıllı Türk kızları ama neden kaybediyoruz hep', a 'biz sensiz naparız, çok özlıycez' demeler. Hoydaa, ben ağla ağla. Ne olur, uğrayın İstanbul'a, misafirim olun, ben de sizlersiz bir hiçim, demeler, hıçkırıklar. Koridorda İtalyan sıkıştırdı. İstanbul çok güzel, dedi. O da buraya gelmiş şimdi ama nasıl alışılırmış, ben neler hissetmişmişim. Ona yedi sene özeti anlattım ayaküstü. Anlatıyorum ağlıyorum. Ağlıyorum anlatıyorum ama.

Sonra bir paket geliyor. Unutmak istediğim herşeyi bana hatırlatıyor. 'Dışarıda üşüyen bir haziran, kalbimde yılların tufanından artık bir hazan' kesiyor ortalık. Fırk fırk. Bir paket geliyor. Özlediğim şeyleri sevinçle vaadediyor. Korktuğumdan biraz da. Deli cesaretli ödlek Hafiye, emin olmak için iyice yokluyor. Atıyor. Kırıyor. Bile bile kırılacağını. Kırılırsa gene. Fırk fırk. Sağlam kalırsa rahatlar belki.

Dur bakalım daha neler yapacak bu şapti diye düşünmeye gerek yok. Bunun için Pansiyon bir tahmin yaptı bile:
"Biz var ya biz, adam olmicaz, Hafiyecan. Mokumuzla kavga edip, uğraşıp didinip ölüverecez. Bak bunu da şuraya yazıyorum"

Ben de. Yazıyorum. Buraya.

Salı, Haziran 06, 2006

Arabası Hafiye'nin

Arabamı da bugün elden çıkarıyordum. Güya. Bin kez söylediğim halde burunlarının dikine iş yapıp vaktimi çaldıkları zaman, iste o zaman bir kriz hanım oluyorum. Bazen ama. Bugün, mesela, çok sakindim. Bir haftadır arabayı teslim almaya gelirken banka çeki getirmelerini, aksi takdirde arabayı ve ruhsatını veremeyeceğimi söylemiştim. Ne oldu? Geldiler. Kişisel çekleriyle. Amerikan Güzeli anne-kiz. Lojistik problemleriyle bir saatimi çaldılar. Neticede arabam hala bende.

Arabayı kimyayı yeni bitirmiş ve Ağustos'ta Utah'ta master'a başlayacak olan Megan adında 22 yaşındaki kız satın alıyor. Öğrenci olduğu için aile çıkıyor paraları. Anne çocuk psikologu. Dünyanın en rahat insani. Daha önce arabayı görmeye, arabayı tamirciye göstermeye, vs gelirken bana verdiği randevuların hiçbirini tutamamıştı. Hep bir gecikme, hep bir erteleme halinde. Arabadan gelen acıklı sesleri bile 'farkedemeyen' bir tamirci seansından sonra ben dayanamayıp yaptırdım artık. Hatun müthiş memnun herşeyden. Vakit kaybı da dahil. Hiç acelesi yok zira. Beni tutun, tersyüz edin. İşte anne o. Sevimli tombiş bir bedeni, dünyaya sağır bir çift de kulağı var. İlk anne ile Megan geldi arabayı görmeye. Sonraki gün baba ile Megan. Anne, arabayı tamirciye baktırırken kendi arabasını bana bırakmıştı. Şirkete. Park edeyim istedim. Sonradan banyo yapmazsam öleceğim geldi. Arabanın içinde kıllar, tüyler, yumaklar, kokular, çöpler serpili. Yapış yapış bir direksiyon...iyyykk. Baba zıttı, janjan. Yunanmış. Bayağı bir rakı-şiş muhabbeti yaptık. Yakışıklı bi abı. Düzgün, seri, doğru soruları soruyor. Çıkardığım kontratı düzeltiyor. Nezih.

Sürpriz olamayacağı üzere anne ile baba ayrı. Megan, babasının üçüncü nikahına katılmak üzere Kaliforniya'ya gideceğinden arabayı teslim alamadı çünkü geçen hafta. Önden ilk kaporayı anne, diğerini baba verdi. Bugün geldiklerinde de geri kalanın yarısı babanın çekinde, diğeri annenin. Kişisel çek olmaz, banka çeki, dedim. Ya da EFT. Daha önceden dilimiz yanmış, Pamuk'u öyle kaybetmişiz. Amerikan bankaları kadar uyuz, müşteri hizmeti falan bilmeyen başka millet bankaları var mıdır acaba? Bundan 9 sene evvel ben kendi küçük Garanti hesabımla fonlar alıp satip, EFT'ler çekiyordum internetten ziuvv ziuvv. Burada öyle şeyler hala yok. Ellerinle formlar doldurup imzalayip öyle. Hadi anne, gider bir saat uzaklıktaki bankasından yollarmış ama hesabın yarısının sorumlusu baba balayında ve telefonunu kapalı tutuyor. Anne üşeniyor bankasına gidip EFT yapmaya. Sana verelim bu çekleri, sen arabayı verme, kalsın, biz sonra gelir alırız, diyor. Hani o anda gerçekten bu kadının saf ve masum olduğuna inanıyorum. Hayır, bir de demişim bunlara, ben yurtdışına taşınıyorum, diye. Ya alıp paraları gitsem ben? Güvendiğinden değil de sanki saflığından bütün bunlar. Diyorum da ona zaten. Ya bana bir şey olursa da paranızın karşılığını alamazsanız? Hafiye yine en kötüsünden tuttu mu hadisenin ucunu? Annemle ne kadar çok vakit geçirirsem o kadar çok en kötüsüne gidiyor aklım.

Megan, erkek arkadaşından istiyor parayı bu sefer. Oğlan çıkarıyor yolluyor. Bana da telefonun ahizesini kapataraktan "Annesi CPA. Çok parası var onun," diyor manitası için. Bir yanım çik çik'liyor durumu, öbür yanım 'abi söyle bi hatun olamadık, bi telefon aç manitaya, 12 bin dolar yatırsın hesabına' diyor. Ki bu kız bacağım kadar.

Yarına gelicek bakalım paralar. Arada ben de bayağı bir Amerikan ailesi dinamikleri görmüş bulundum. Lakin araba da, ruhsatı da hala bende. Ne kontrat var ne bir şey. Bu kadar olur.

Pazartesi, Haziran 05, 2006

Hafiye Artık Burada Oturmuyor

Dün evimden taşındım. Babam son gece doldurdu pınarları ama açmadı çeşmeleri. Anneme dedim ki sen yanında ol onun. Ben içeri gidip son kez yatağımda uyudum. Uyuyamadım. Uyuduğumu sandim. Ne duygulandım ne nostalji yaptım. Meşhur yumruk geldi gene oturdu boğazıma. Sonradan çekilmek üzere iki gün kadar orada kaldı. Sonra bu sabah uyandığımda yoktu. Geceyi Tombiş'le geçirdim, bacaklarımda bir sıcaklık. Bir çaydanlık fokurtusu. Bir Şero hatırası. Bu sabah uyandığımda bütün geçmişim ve bütün geleceğim de hüzünlüydü sanki.

Hadi hadi, çok efkardan öldük yahu. Taşınma günü cinneti, diycektim.


Bir baktım kapı çalıyor. Bir teyze. Kaşlarının yarısı turuncuya boyanmış, diğer yarısı kalemle kiremit rengi çizilmiş. Dedi ki, çöp atamazsınız çöp kutularına. Yer kalmıyormuş başkalarına. Ha bire zımbırtı boşaltıyoruz ya. Koca sitede dev çöp bidonu yok. Yan sitedekine götürücem ama tahmin edin ne oldu? Arabam bozuldu. Sattığım araba bozuldu, abi. Tamircide alıkondu taşınma günü. Üç tane minnak plastik çöp bidonuna kaldık. Hemen doluveriyor. Dedim ki, çağırıcam çöp departmanını belediyenin. Gelip alırlar. Yok, dedi. Ancak Çarşamba akşamı çıkarırsam çöpleri olurmuş o. İndik aşağıya, çöpleri gerisin geri eve taşımaya. Hop, gey dedelerden ufak tefek olanı geldi. Allaaa, dedim, yandık. Yok, yanmamışız. Dede kadınla kavga etti. Beni savundu. Hieyt, be, aslan parçası komşum benim. Hem seviyor hem dövüyor. Akdenizli mi acaba? Sonra döndü bana. Dedi ki, "Ben vergisini ödeyen bir vatandaşım". Yok, Amerikalı. Silme Amerikalı. Vergisini ödediği için daha işlevsel çöp atma hakkına sahipmiş. Sonra eyaletimizi aşağıladı Kaliforniyalı dede. Buralılar çok muhafazakar ve salakmış. Meraklı da. Kim taşınıyor evine, diye sordu. Şimdi lezbiyen yaşlı bir çift desem, endişe yapar diye ürktüm. Emekli iki baaayan, dedim. Yakasını silkti. Uff, buraya da hep yaşlılar taşınıyor, dedi. Sanki kendi 20 yaşında gibi.

Sonra bize iyilik yapası geldi. "Çöpleri getirip benim evin önüne koyun. Arabanız gelince atarsınız burdan. Yukarı taşıyıp yorulmayın." dedi. Olur, dedim. Teşekkür ettim. "Dikkat edin ama," dedi. Üç minik bidonda antifriz, araba camı suyu gibi şeyler vardı kapısının önündeki merdiven boşluğunda. "Onları yanlışlıkla atmayın çöp sanip". Tamam, dedim. Atmayız. Ayıp ettiniz. Dikkat ederiz.

İki saat sonra çöpleri atmak üzere gittiğimde bir baktım, dede o araba sularını taa merdiven boşluğunun en uzağına yerleştirmişti bile. Atmiycaz, dedik ama, ne olur ne olmaz diye pimpiriğinden boşandı anlaşılan. Ne güldüm. Ama ne.

Cuma, Haziran 02, 2006

Kitaplar Toplanırken

Kitaplarımı kutulama faslında da bayağı bir vakit kaybettiğimi tahmin edersiniz. Aa, sunu şu zaman okumuştum. Aa, bunu bitirememiştim. Arada annem de atlıyor. Bunu ben sever miyim? Şunu? Ya bunu? Annelerin kitap zevkleri bir garip. Bu olgun anne-kadınlar sanırsınız ki kadın kuşağı programlarının uzantısı şeyleri sever ya da ne bileyim, içsel meseleler, hissiyat debelenmeleri gibi şeyler ilgilerini çeker. Hayır, güzelçim. Öyle değil. Banu'nun annesi Amerika'ya geldiğinde, kızı gündüz işteyken sıkılmasın diye ona Türkçe kitaplar götürmüştüm. Fikrimin İnce Gülleri olsun, Sevgili Arsız Ölümler olsun. Öyle şeyler. Teyze bir de hızlı okuyucu çıktı. Bitiriverdi hepsini çabuk çabuk. Evde gerisi var getireyim, oldum. "Gündelik şeylerden bahsediyor bu getirdiklerin yalnız. Böyle olmasın. Dedektifli, katilli, polisiye şeyler varsa getir," dedi. Banu'nun annesi aksiyon merakıyla, benimki de okuduklarına verdiği tepkilerle beni dumurdattı.

Kendimi savunmak zorunda bırakmayın burda. Biliyorum ki müzik zevkim arada bir çöpleşiyor. Olabilir. Şu gerçek sevgiyi bulma yolunda ayağa batan pıtırakları anlatan kitapları da sevmem ama her nasılsa bulunur evde. Yüreğinin Götürdüğü Yerlere Gitmeler, Doğmamış Çocuğa Mektuplar'dan bahsediyorum. Okumuşluğum yok. Valla yok. Ne? İnanmazsanız inanmayın. Diyelim ki kitap zevkim de çöp. Amaaan, çok da bir tarafımdaydı. Neyse işte, annem sen tut, oku bunları. Bir sinirlen bir sinirlen. Eve geldim, surat asık. Gül gibi kadıncağız neler çekmiş de bu erkek milletine güven olmazmış da en güzeli tek başına yaşamakmış da. Söylem 180 derece değişmis. Yaklaşık 10 saat kadar önce, yani işe giderken tam tersi şeyler söylüyordu. Dedim anne, bırak okuma ya bunları. Hem dur, ben sana başka şeyler bulayim. Yok, dedi, ince diye okumuş bunları zaten. Çabuk çabuk bitiyormuş. Nedir bu nesil annelerin çabuk çabuk bitirme telaşı, anlamadım. Belki her daim böyle değillerdir. Gündüzleri sıkılmaktan oluyor, olabilir. Bilemiyorum.

Asıl söyleyeceğim şeyi söyleyemedim. Gene kayboldum konudan. İşte kitapları yerleştirirken, annemle olan mücadelem bittiğinde, Çıtır'ın hediyesi TS Eliot'in Four Quartets'ini buldum. Okumaya daldım. Birazcık daha aydınlattı baba beni. Little Gidding kısmından şöyle bir şey gördüm. Özlem, aç kulaklarını:

We shall not cease from exploration
And the end of all our exploring
Will be to arrive where we started
And know the place for the first time.

Sonra bir de minik bir karta basılmış bir not çıktı kitaptan. A, ben görmemişim bunu. Sürpriz! : "Joy, joy. If you can say it, you can have it", diyor. 'Say' kelimesine tükenmez kalemle bir çarpı atılmış; yerine 'write' kelimesi eklenmis. Yani, "Joy, joy. If you can write it, you can have it". Gene gözleri doldurdum. Bu Çıtır'ı ne yapsam, bilemedim.