Cuma, Ocak 05, 2007

Öteden Beriden

Geriden gelmeye devam eden yazarınız aslında bütün gün blogunu toparlamaya uğraştı. Görücüye çıkacak diye. Cosmo dergisi blog yazan kadınlarla görüşmek istemiş. Resimler, röportaclar istemiş. Cosmocu bir röportac soruları yolladı. Eyvah ki ne eyvah! Meşhur olucam, diye önce bir hevesle başladım blogdan argoları, hakaretleri, (Türkler alıngandır hani) yanlış anlaşılabilecekleri ayıkla, uhuu, baktım, olacak gibi değil. Geriye kuş gibi bir şey kaldığı yetmiyormuş gibi tadı da kaçıyor. Salla dedim. Hafiye'nin meşrebi hafif. Görücü usüllük bir kız değil. Toplum hazır değil.

Hoş, Düella kendisininkini kolay ayıkladı. Seyahatname oldu çıktı pansiyon. Edebiynen. Hafiye linkini de söküp atacak sayfasından, görürsünüz. İzi kalmasın diye bu çabalar fakat ömür boyu yıkasa yüreğini çıkmaz bu aşkın lekesi, dedim. İnkar inkar bir yere kadar. O nasıl Yonc'a ültimatom koyuyor kocasının soyadını alıyor, babasınınkini atıyor diye. Aynı şey işte, Düellanım. Kel göründü.

Yonc dedik de... O ayrı bir şaptiye vakası. Şaşmaz. Cosmocu kızları başımıza o yolladı. Vay, bu konuyla ilgili en güzel arkadaşlar bende, gidin onlarla konuşun, diye. Her satırdan bir Yonc fiyaskosu damlayan bu blogları bir insan neden halka açar, ben anlamadım. Özgüvenden değil özbihaberlikten. Blogları okusa zaten böyle bir şeye kalkışmazdı.

Herkes Yonc'un nikahını merak ediyor, biliyorum. Pazar sabahı bize ihtiyacı olur mu, diye sorduk. Yok, dedi. E, dedik bizim de kuaföre falan gitmemiz gerekecek. Hani gelin bir kuaföre gider, düğündeki ağır top kadınlar da onunla gider, saç baş yaptırır. Herkesin paralarını da nikah salonuna götürmek üzere gelini kuaförden almaya gelen damat öder. Buna güvenerek saçımın kesimi geldiği halde bekletmiştim. Düella desen altı aydır tropik orman Jane'i. Saçları kaşlarına kavuşmuş. Pelinat desen Amerika'dan gelmiş. Saç kesimi falan haliyle kötü. Avucumuzu yaladık. Yonc bile evde yaptırdı saçlarını. Damat da duyarsa kriz geçirir diye bu dileğimizi dillendiremedik.

Nikah güzeldi ama. Yonc'un annesi bir cinnetle bütün salonu hizaya soktu, organizasyonu ele aldı. Yonc herzamanki gibi durumu abartmış. Damat geldi ve evet, dedi gayet. Tek protest hali kravatsızlığıydı ki şahsen bana batmadı. Sonra herkes şapır şupur öptü onları. Eğlenmek için de pansiyona yönlendik. Yonc, 30. doğumgünümde evlenerek rüzgarımı çalmaya çabaladı ama ı-ııh, her iki törene katılan kişilere sorun bir, herkes doğumgünümü koca bir kahkahayla anlatacaktır size. O kadar ki hatta, ertesi hafta yılbaşı da pansiyonda olsun diye imzalar toplandı, oylar, sloganlar atıldı.

Perşembe, Aralık 28, 2006

Bekarlığı Yonca'nın

Yazar blokunu nasıl atlatabileceğimi de gugılladım. Herşeyi gugıllıyorum zaten artık. Yaşam koçum gugıl. Ufak ufak yazmam salık verilmiş. Parça pinçik notlar halinde. Bütünleştirmek size kalmış. Hadi bakalım.

Uhhmm...

Türklerin plansız programsızlığına iyiden iyiye alıştım galiba. Yonc da önceden hiç istemediği halde Okan'ın sahnesinde bekarlığa veda etti. Karaoke barından tavernasına kadar hiç bir Istanbul mekanının on küsür kızı kabul edecek bir rezervasyon boşluğuna sahip olmamasının da bunda büyük payı var tabii. Bir millet kendini bu kadar mı sokağa atmaya heveslidir, yarabbim? Biz de tersine bu kadar mı çıkamayız pansiyondan?

Esra'nın dakiklik cinneti ve her nasılsa ekibi korkutmuşluğu olmasa ne Okan ne bişi, pansiyonda bekarlık bırakılırdı ya, neyse. Pansiyon döndüğünde kapıyı duvar bulmasına rağmen Esra ısrarla ikinci buluşma ayarlamaya çalışıyordu. Pansiyon'un alt limiti, Esra'nın üst limiti öğlen 12'de karar kılınmış. 11:45 gibi Pansiyon'u uyandırmaya çabaladım. Hemen akabinde Esra aradı. Yoldaymış, geliyormuş. Tam oniki-sıfır-sıfır'da kapıdaydı. Pansiyon acılar içinde ciyakladı: "Bir kere de pişman ol, vazgeç, gecik be kardeşim". Nafile.

Esra'nın yerinde ben olsaydım süründürürdü beni daha bir iki saat. Kapıdaki Esra olunca asker gibi hazırlandı. Buluşmaları Boğaz'da yürüyüş şeklinde hazırlanmış. Bir de aktiviteli yani. New Orleans'ta uyku muyku, jet-lag, aşırı gece hayatı sorunu dahi yokken on dakika yürüdü diye bana yapmadığını bırakana bakar mısınız? Dinsizin hakkından imansız gelirmiş; ben bunu öğrendim artık. Benim yüzüm çok yumuşak.

Okan'da da her taraf silme hatundu. Hem de dekoltelerine parıltılı sallantılı kolyeler indiren sarışınlaştırılmış balık etli modellerden. Okan'la mekanın gerekliliklerini yerine getirdik. Eller hep havadaydı. Yeni best-friend'i olarak Pansiyon beni ilan etti. Ne zaman aynı fotoğraf karesine sığmaya çalıştıysak Yonca fırlayıp aramıza girdi. Yonca gergin, sinirli. Olsun, üzerine gittik, hatta ağlasın diye kastık, 'Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar'ı söyledik hep bir ağızdan. Üzerine Dilocan lililililiiii diye zılgıt çekince Yonca sinirinden ağladı, evet.

Bir ara sahne molası veren Okan'la gruptaki kızlardan JJ arasında bir istek parça diyaloguna şahit oldum. JJ, Rakkas'ın çalınmasını istiyordu ısrarla. 'Mazisi var, n'olur,' diyor duruyor. Mazidar şarkılar genelde gönül telini titreten şeylerdir ya, 'Rakkas ne alaka?', oldum. Öyle loy loy loy şarkı. Alla allaaa! Mazisi şuymuş ki eskiden tombalakken JJ'in balkonlar da DD'ymiş. Kilolarla birlikte onlar da mazi olmuş. 'Gül memeler çağlasın' diye salladıklarının anısına istinadenmiş istek parça. Okan'ın da bu açıklamaya dahil edilmesi tuhaftı. O da ilgilenmedi istekle mistekle zaten gitti parıltılı hatunlara yazdı. Mola uzadıkça uzadı.Yonca sızdı.

Çarşamba, Aralık 27, 2006

Yazar Bloku

Aslında ne kadar çok şey oldu. Kısacık bir haftada kocaman kavuşmalar, bekarlığa vedalar, nikahlar, doğumgünleri...uhuu. Yazacak o kadar çok şeyim olmasına ve herkesin merak içinde bunları beklemesine rağmen hiiiç mi hiç yazasım yok. Hayır, ne Yonca kocaya vardığı halde ben evde kaldığım için ne de otuz yaşıma girdiğim için bir sıkıntı gazı söz konusu. Gaz hatta hiç yok. Olsa, iki satır şuraya çiziktiririm bari. Bilirsiniz zaten. Gazlardır bu blogun müsebbibi. Bir şey olsun. O şey içimde devinsin, sonra da bu bloga devrilsin şeklinde bir süreci var Hafiye'nin.

Durup dururken 'writer's block' oldum. Neden yarabbim derken, farkettim ki Pansiyon yüzünden! O da zaten bloke olmuş. Hiiiç mi hiç yazası yok.

Yonca'yı çıkardık hayatımızdan, başbaşa kaldık mı iyice? Araya Pelinat da karıştı. Bütün gazlarımızı kalemimizden çenemize yönlendirdik. Söz uçar, yazı kalır ya ( verba volent, scripta manent) Laklak uçtu gitti. Bu sayfa da 'hani bana? hani bana?', demek durumunda kaldı bir süre.

Çok ısrar ederseniz kronolojik bir aktivite raporu yazarım ama geyik, dumur, cinnet, sulu detaylar falan olmayabilir. Zorlasam mı ki kendimi?

*Gugılda 'writer's block' için 'yazar bloku' gibi çeviriler gördüm. Bana bir tuhaf geldi ama sıkıntı yaratmaz inşallah.

Cuma, Aralık 22, 2006

Farkı Farketmek

Üniversite yıllarındaki sosyal hayatımın önemli bir kısmını dört Adanalı erkekle geçirdim. Erken yirmilerinde erkeklerden neler beklenirse işte, onları alın teklifsizlik, küfür yaratıcılığı, acıbibere düşkünlük gibi özellikler ekleyin, bir kafanızda canlandırın. Birkaç yılı king masalarında, abaza geyiklerinde, abeslerde, rakı-kebap sofralarında erkek fatma olarak doğrultmuşluğum vardır.

Sonra ben gittim Amerika'ya. Onlar da askere, işe, güce. Turist yıllarımda bir kahve içmelik vakitleri ancak kotarırdık. Gel zaman git zaman yanlarında kızlar belirmeye başladı. Hanım kızlar. Fatma olmayanlar. Düğünleri oldu. Evlerine tıklım tıklım kültablaları, Zülfikar börekçisinin plastik kapları yerine artistik düzenler geldi.

Geçen gün toplandık. İş çıkışıydı. Öpüştük sarıştık sonra da bakıştık. Mesela, birinin Kazakistan'daki Rus hatunlarıyla maceraları gündeme geldi. Bu sakıza müsait gündem ancak madde olarak kaldı. Amiyane altyazılar döşenemedi. Kapandı. Mesela, ortak cinnet tanıdığımıza yokluğumda iyice sinirlenilmiş. O da ancak bir resmi gazeteye yakışır özet olarak kaldı. En yaratıcısından küfürler dizilemedi. Dutlar dizildi. Tıkandı.

Benden habersiz sıklıkla toplandıklarını da anladım. Kalkarken sordum:

"Beni neden dışlıyorsunuz? Beni beğenmiyor musunuz?"
"Yok, ondan diil"
"Ne peki? Eskiden her türlü abesi yapardınız rahatlıkla. Neden çekingen oldunuz ki şimdi?"
"Çünkü sen artık gömlek giyiyorsun, kolye takıyorsun"

Bana bir şeyler olmuş. Benim hiç haberim olmamış.
Eve dönünce aynaya baktım. Eski fatmalığımı farketmemişiliğim gibi yeni hanımlığımı da hiiiç mi hiç farketmedim.
Ben de benden uzak kalsaydım farkı anlardım belki.

Cuma, Aralık 15, 2006

Compare & Contrast'i Önce Kendine Yapsın

Özlemli günleri açtık bakalım. Bazı halleri çok değişmiş. Bazıları ise hiiiç mi hiç değişmemiş.

Aynılıklara değinirsek, mesela, günlerce banyo yapmadı şapti. Kırmızı polar pijamasıyla yuvarlandı gecesi gündüz, gündüzü gece. Ev yine pansiyon. O yine assolist. Bıcır da bıcır da bıcır. Gelenlere tokat, ardına iki kahkaha. Hadi sen bittin. Mesela kapı çalıyor. Kalkıp açmaya dahi üşeniyor. Ben inat, o üşengeç. Bakışıyoruz. Kapı uzuuun uzun çalıyor. Biz hala bakışıyoruz. Ben açmam, sen aç. Niyeeaah. Bu koltuk çok rahat.

Geldi ya. Gelir gelmez sağlıklı hayatı boşladık. Namlı'dan Pansiyon'a siparişler başladı. İkincisinde tuttuk kolundan zorla bizzat Namlı'ya götürdük. Çok nazlandı ama geldi. En sıkı müşterileri olmasına rağmen sadece sesinden tanınıyor ortamda. Yüzünü bilen yok. Sonra, ne bileyim, sporu bıraktım; sigaraya başladım gibi bir şey oldu. Beni de daha bir hafiye yapıyor. İz sürüyoruz sabah kadar. Sabaha kadar yokluğunda ne oldu, niye oldu, bundan sonra ne olursa neler olur, diye konuş allah konuş, uhuuu. Şövalye şaşkın. Beni prenses peri sanmayı artık bırakmış olmalı.

Değişen şeyler de yok değil. Az ama çok dumur edici gelişmeler var. Mesela, gecenin bir vakti müsaade isteyip istirahate çekiliyorum. Küllükler taşmış, eve-sipariş torbalarından köpükten yemek kutuları, peçeteler, boş kola şişeleri, cips ambalajları sarkmış. Öyle bırakaraktan. Sabah bir bakıyorum ortalık pırıl pırıl. İşi olmadığından böyleymiş. Pek de neşeli. Çalışmaya da hevesli gözüküyor. Bu kısmına hala şaşkınım, bakın. Ne seyahatmiş, allahım! Kaloriferleri kısık, evi Amerikalı soğukluğunda tutmama dahi şikayetlenmiyor. Kırmızı poları daral getirtiyor. Donuyla, tişörtüyle ateşli ateşli oturabiliyor. Kanı mı ısındı, nedir?

Salı, Aralık 12, 2006

Düella Pansiyonda

Beş ay boyunca herhangi bir gün dönebilirdi ama torbanın en dibine girmişgününde geri geldi Düella. Karşılayamadığım gibi akşam oturup da konuşamayacağım bir gidişata gidiyordu ki planları Avcılar'dan bari Çiçi'ye ben götüreyim diye atladım. Yolda fikrini değiştirip pansiyona geldi.Bavullarını fırlattı. Kırmızı polar pijamalarını giydi, oturdu. Karşısına dizildik.

Ben arada iş yemeğine kaçtım. Pahalı koko sosyete restoranda suşimi, karpaçyomu yedim geldim. Düella Namlı'dan sipariş vermiş.

Yonc paltosunu, atkısını dahi çıkarmadan oturdu bütün gece. Daha doğrusu oturur-yatar-akrobasi yapar'a yakın pozisyonlar aldı. Göbeğini saldı.Sokaktan geçen bir kanka eve geldi. Yonc'u yakınen tanımayan kankaya onun çıtır, külotluçorap ve Rıfat zaafları anlatıldı. Yeniden yeniden dinlenen hikayelere gülündü.

Öyle pek detaylı seyahat anıları da anlatmadı. Daha çok bizi yakalamaya konsantre oldu. Yakaladıkça tokatlar attı. Gazımızı aldı. Nemazoşistmişiz yahu. Ne kadar çok dökülesimiz varmış. Pes bize.

"Hiçbir şey değişmemiş ayol. Sanki haftasonu annemlerin yanına gittim de geldim. Onca yaşananlar boşa mı gitti yani?"

Hakkaten boşa gitmiş galiba. Biz sandık ki erecek, dandoldenyüs olacak.I-ıh.

"Halkı selamlamaya çıkarım elbet. Pencereden elimi kibar kibar sallarım. Bana şoför lazım yalnız. Biri beni sürsün"

Sabaha kadar her konuda ufak ufak bilgilendirdim onu. Hatta gönül işleri konusunda irdeye dahi girebildik. O uyurken sinüsümde uykusuzluksızılarıyla işe geldim.Bunu bir fark sansanız da değil aslında. O da gayetuyurdu benim turistik ziyaretlerimde. İşe öğlene doğru mor gözlerlegidebilirdi ama ben biyonik bir kadındım. Yapamazdım.

Bu satırları yazarken kafein hapları ve bol espresso ayakta durmaya çalışıyorum. Bir dolu işim var ama bir an önce pansiyona kaçıp yine onunlamuhabbete oturasım var. Hava yağmurlu da olsa boğaz güzeldir. Özlemiştir.

Pazartesi, Aralık 04, 2006

Analiz Felci

Bana söyledikleriniz gerçeküstü olmadıkça inanırım. Yardımcı olacağını düşünürsem müdahil dahi olurum. Komik mi yani şimdi bu? Amerika’da yoktu böyle tuhaf kafalamalar; belki de ondan geldim bu kek kıvamına. Dilocan derdi zaten Amerika’da geçirdiğim seneler içinde gittikçe salaklaştığımı. Doğrudur.

Mesela işteyiz. Ogadugu isimli şehri konuşuyoruz.

“Mogadişu’ya yollarız artık seni.“
“Mogadişu değil, Ogadugu,” diyorum. Aradan zaman geçiyor.
“Mogadişu’dan şunu bunu getirirsin artık,” diyor.
“Mogadişu değil, Ogadugu. Bak, Mogadişu doğuda. Ogadugu Batı’da,” diyorum. Coğrafi koordinatlara giriyorum.
“Hala Amerikalısın,” diyor.

Onlar Ogadugu’ya Mogadişu dediksıra analitik düzeltici açıklamalarımla eğleniliyormuş. Bilmiyormuşum.

Mesela sabahın erkeni. İşe gitmeye hazırlanıyoruz.

“İşe gitmek istemiyorum. Daha güneş bile doğmadı. Şu trafiğe bak. Hayat böyle geçer mi?” diyor Şövalye.
“İyi tarafından bak. Bak, aynı yöne gidiyoruz, en azından keyifli böylesi,” diyorum.
“Ya uff. Çalışmak istemiyorum. Bir sene çalışayım, sonra bırakıcam. Dünyayı gezeriz yine, di mi?”
“Ya sonra? Bir bırak bir çalış, bir daha bırak...İstikrar önemli”
“O zaman ben bir sene calışayım. Sonra evde oturayım, sen çalış. Sonra bir sene ben çalışayım, sen otur”
“Olmaz öyle senelik senelik yaşamaca. Daha emekliliği var bunun. Diyelim 60’ında emekli oldun. 90’ına kadar yaşadın. Hani 30 sene geçinecek para? Üstelik sağlık masraflarının çok olacağı uzun bir süreden bahsediyoruz”
“Minno, ya bir ‘evet, ne güzel olur’, de. ‘Yatalım-yuvarlanalım, gezelim-tozalım’, de. Bir ortak ol. Bir eşlik et, yahu. Hayal kuruyoruz şurda. İnsanlar konuşur böyle Pazartesi sabahları. Şikayet ederler çalışmaktan, müdürlerinden, trafikten falan..Bir de ne emekliliği şimdiden? Yuf. Ne Amerikalısın yahu ”

Allahtan Çıtır var. Ona açtım bu sorunumu. Hani bankacı falan ya. Özel emeklilik falan da gelmiş yurda. Bankalar yönetiyor çoğunu.

“Türkiye’de insanlar emekliliklerini düşünmüyorlar mı?” diye sordum.
“Aa, nasıl yani? Herkes emeklilik için kasıyor tabii ki,” dedi. Şövalye’nin hiç o taraklarda bez dolaştırmamış olmasına şaşırdı hatta.

Ama Şövalye Çıtır’ın benden de Amerikalı olduğuna işaret ederek bu savı geçersiz buldu.

Aslında şimdi emekliliğime dair birkaç yıl önce hazırladığım excel tablolarımı buraya yapıştırırsam alacağım tepkilerden korkuyorum. Tablolarda değişik senaryolar var. Kaç çocuğum olacağı ve onların okul masrafları falan da senaryolar kapsamında. Korkuyorum çünkü hala anlamıyorum Karatepelilik mi Amerikalılık mı yoksa sadece sorumlu insanlık mı yaptığımı.

En son Şövalye ‘Beni de katın bari hesaplarınıza’ diyerek tartışmaya son noktayı koydu.

Evet, Şövalye’nin konuya duyarsızlığı mali senaryolarıma öngörülememiş ekstra masraf kalemi olarak yansıyabilir pek yakında.

Cuma, Aralık 01, 2006

Bir Başkadır Benim Memleketim

Adana’dan bahsetmişken susmak olmaz. Geçen ay yıllar sonra ilk kez üstüste birkaç gün kaldığımda bir nostalji fırtınasına tutuldum. Eskiden hayatın bir parçası bildiğim şeylere turist turist bakar buldum kendimi. Turist bakışını en iyi Şövalye yakalıyor. Hafif karışmış ama anlamaya çalışır ama tüymeye de meyilli falan. Kafa öne eğilir ama gözler yukarı bakar gibi bir hal. Eli elimdeyse daha bir sıkı yapışılır hatta. Tam bir yabani yabancı hali. Tam dayaklık.

Neyse yahu. Kademeli memleket darbeleri. İstanbul’un kurtarılmış semtlerinde yaşar giderim ya. Haftasonu-büyük-şehrin-gürültüsünden-uzaklaştım-şekerim pansiyonlarına gecede 100 dolar bayılma otantizmine kapılıp. Adana’da kurtarılmış bir kuytu KÖŞECİK dahi yok. Heryer çukurovalılığın işgali altında. En koko mekanları dahi. Gelmişim o kadar. Kebaba vurucam ya. Dönünce başlarız diyete artık.

İşte mesela Etiler’de Evan’ın sindirim sistemini bıraktığı koko Yüzevler’in Adanadaki en hakiki öz orijinaline gittim. Bekar müşteriye alkol servisi yok! Yarım aklım başımdan gitti, yahu. Amerika’da olsam. Ayrımcılıktan dava etsem. Sonra rasyonel oldum, adamları anlamaya çalıştım. Şimdiii Adana’nın insanı adliyesinden belli. Bekar ya da evli farketmez, hatunlar pek nadir kebapçıya gelip rakıya vurup olay çıkarır. Hedef erkekler. Adamlar da haklı.. DA alkollüyken şiddet eğiliminin genellemesi neden bekar olanlara kesildi? I couldn’t help but wonder... erkekler evlenince daha mı sakin oluyorlar? Kadınlar onları dindiriyor mu?

Sonra Şövalye bir esemesle haber uçurdu. Bir kankası yeni dönmüş Adana’dan. Metreyle kebap yemiş. O da istermiş. Evet, evet. Var öyle bir şey. Gittik, baktık. Kolcuoğlu bu işin piri. Metresi 30 YTL. Yani ben 40 santim yiyebildim ancak, ekmeğini es geçerek. Normal insana 30 santim yeter. Tabii yan masadaki iki toraman hemşerim 3 metre söyledi. O ayrı.

Sokaklarında yürürken bakınıyorum işte Şirin Şirin, lal la la la laaa la. Aa, kiloyla kumaş satıyorlar. Don-fanila falan da.. aynen. Kiloyla! Bütün ölçü birimleri birbirine karışmış. Kiloyla satılması beklenen metreyle, metrelikler kiloyla. Ayrımcılık desen medeni halle.

Yani çok memleketler gördüm. Neler gördüm görmedim. Şu kocaman dünyada. Adana gibisini görmedim.

Bazen bir deli fikir fiştekler ya insanı uzaklara, dünyayı keşfedeceğini sanırsın, değişik şeyler görüp ereceğini sanırsın falan. (Sözüm meclisten dışarda duramıyor maalesef.) Ama sonra yuvana dönersin ve ‘evreka’ olursun. Görüp göreceğim budur işte, diye. Tebdil-i mekanda ferahlık yokmuş aslında. Acının yüzölçümü yeryüzünden çokmuş aslında. Enteresanlık mıydı derdimiz? Adana’dan daha enteresan bir yer yokmuş aslında. Bolivya’nın dağları da dahil. O çıplak ayaklı kız çocuğu kardelenler bile var burda. Hem de en sümüklüsünden.

Çarşamba, Kasım 29, 2006

Don't You Know You Need Some Time...All Alone

“Hemmmen anahtarlarımı geri getiriyorsun. Eşyalarını da alıp öyle gidiyorsun. Taksit taksit gidilmez. Gidiyorsan tek celsede git. Hayır, sabah getiremezsin anahtarlarımı. Hayır, kuryeyle de yollayamazsın. Zaten kilidi değiştirmek zorundayım bu durumda. Ama eşyalarını sokakta bulmak istemiyorsan acele et. Peşin peşin, selametle. Hem hem, bu kadar soğukkanlı nasıl olabiliyorsun? Bu krizde nasıl uyuyabiliyorsun? O kadar rahatsın yani? Nasıl? Nasııııl?”


“Minno, ama ben kavga etmek istemiyordum. Beni görmek istemediğini söyledin, ben de gittim. Biraz yalnız kalırsan iyi geleceğini düşündüm. Sinirin geçince geri gelecektim zaten. Böyle ayrılınır mı yahu?”

Daank! Tepeme!

Yani aslında bazen erkekten beterim söyleneni sözlük anlamında algılamakta. ‘Git’ demişim, gitmiş. Bu kadar basit işte. Lakin kimi hareketler var ki- sesli ya da sessiz çekip gitmek olsun, surat asmak olsun, incir çekirdeğinden darağacı dikmek olsun- direk nevr-i Hafiye dönüveriyor. Hadi selametle baş baş’ı bir dakikalık huzursuzluğa tercih eder olmuşum. Tartışmalar kavgaların, kavgalar huzursuzluğun, huzursuzluk mutsuzluğun, o da ayrılığın işareti diye. Tartışma eşittir ayrılık olmuş. Hiç o ara dönemleri yaşamayayım diye. Mutsuz sona fast-forward, please.

Diyeceğim o ki, Karadeniz’in Temel’i varsa Adana’nın da Karatepeli’si var. Karatepe, Kadirli ilçesinin doğusunda, altı köyü kapsayan bölgenin adıdır. Adanalılar, Karatepelilerin hiciv dünyamızda reklamını yeterince yapamamışlar maalesef ama izninizle ben yapıvereyim buradan.

Mesela, Karatepelilerin en önemli özelliği negatif uzak görüşlülükleridir. Şöyle ki:

Karatepeli Kızın Derdi
Ailesiyle beraber bir ağanın yanında çalışan Karatepeli genç kız, bir gün villanın havuzunun etrafını temizlerken, hülyalara dalar. Kendi kendine "Ağa beni oğluna istese, biz evlenince bir oğlumuz olsa, bir akrabası oğlumuza top getirse, oğlan havuzun etrafında topla oynarken top havuza düşse, oğlan topun ardı sıra havuza düşüp.boğulsa, ben ağaya ne derim,diye düşünür ve başlar ağlamaya. Kızın bu halini gören anne koşup gelir, ne olduğunu sorar. Kız düşündüklerini anlatır. Bu kez başlar ikisi birden ağlamaya. Derken sırayla ağabeyi ve babası katılırlar ekibe ve ortalığı bir matem havası bürür. Bu arada bahçeye çıkan ağa durumu görür. Merak edip sorar. Kızın kurduğu hayal yüzünden hepsinin ağladığını öğrenince de küplere binerek hepsini evden kovar.

Pazartesi, Kasım 27, 2006

But Lovers Always Come and Lovers Always Go

Etrafa bakınıyorum. Gittiğine emin miyim? Laptop'ı, ayakkabıları, gömlekleri falan duruyor. Ama kendi yok. Saklanıyor mu acaba diye perdelerin arkasına bile baktım. Telefon ettim. Telefonu evde çalmıyor. Gittiğine böylece inanıyorum. Açmıyor da.

Sinir katsayısı sigara gerektiriyor. Üstüne de Java'yı aradım. Dedim böyle böyle. Gitti.
Java: Valla ablacım. Gene uzun dayanmış. Ben olsam çoktaaan gitmiştim...DE eşyaları ordaysa geri gelir, merak etme.
Hafiye: Ya ne ki şimdi bu? Geri gelsin, geri gitsin. Ne ki bu şimdi? Back to sayko love? İstemeeeem.
Java: Kızım, öyle hadi gittim, diye ayrılınır mı? Önce biri arar. Aramızda o kadar şey yaşandı. Bir daha konuşmamız lazım, denir. Onun hatrına, bunun hatrına bir daha bir daha buluşulunur. Araya girilir falan. Barışılır.
Hafiye: Neden ki? Giden gitmek istemişse gitmiştir. İstemeden niye gitsin?
Java: Sen çok Amerikalı olmuşsun. Algıların değişmiş. Burada süner bu işler. Nazlar olur, niyazlar olur. Tekrar düşünülür. Hadi sen git yat bakiym, merak etme. Barıştırırız sizi. Şşşş. Ne dicem? Amerika'da hadi bay, diyince bitiyor mu?
Hafiye : Evet.
Java: Ya, ne güzelmiş. Ben de gitseydim keşke.


Zevzekliğe başlayan Java'ya tahammülüm yetmedi. Televizyonu açtım. Teması zor tuşlarına geçirdiğim tırnaklarım canımı yaktığı halde kumanda kanalı değiştiremedi. Açıldığı yerde bıraktım. Kuzey Anadolu fay hattı haritasına bakıyorum. Büyük-depreme-kaç-kaldı telaşlı bir oturumcu, büyük-depremi-beklemeyen profesörü halkı korkutsun da reytingler coşsun diye fiştekliyordu. Tahammül bitti.

Tekrar aradım. Bu sefer uykulu bir sesle açmasın mı?


Ben burda cinnet geçirirken sen nasıl uyursun? NASIIIIIIIIILLLLL???

Perşembe, Kasım 23, 2006

November Rain

Pek bir hevesli buluştuk akşam. Çok ama çok mutlu programlar yaptık. Sonra ne oldu? Şapti Şövalye bütün gün işyerinde internette dolaşıp goygoy yaptığından işlerini bitirememiş. Azıcık çalışması gerekiyormuştu. Azıcık oldu sana bütün akşam. Bu adam ki- bana kocakafa, hırs küpü muamalesi yapıyordu, bütün derdi Andlar'da entel bir Hans olmaktı, belgesellerde kendini ifadelemekti. Şuna bakın hele! Aydın Doğan solcusu gibi bir şey çıktı yani.

Söylenmez miyim? Ama kesinlikle tezatlarına parmak basmak bağlamında söyleniyorum. Sen bana kocakafa diyorsun, sen kendine bak, demek istiyorum. Bu şapti hatun kaprisi sandı. Belki de öyleydi. Öyleyse ne var? İlk kez mi oluyor dünyada? Yiyorsa hatun kaprisini dindirsin. Asıl marifet bu. Nenem de bilir sıfır kapris, sıfır sıkıntı, güzel olduğu kadar akıllı (!) da olan mülayim hatunla beraber olmayı. Alla allaaa. Gece saat bin olmuş, kih kih gülerekten sokuldu. Benimle ilgilenmiyormuş diye mızık mı yapıyormuşum, diye bir de soruyor utanmadan.

Niyeeeaaaah! Diye bağırılır.
Çaaaaaaat! Diye küçük odanın kapısı kapanır. Kilitlenir. (Hani şu Düello'nun kalorifer peteğine uykuya dalmadan önce cikletlerini yapıştırdığı oda)
Seni görmek istemiyorumm! Diye kovuşturulur.


Sonrası? Sessizlik.
Bir minik tıkırtı mı duydum? Emin değilim.
Kapıyı açtım.
Gitmiş!

Çarşamba, Kasım 22, 2006

Varoş Minno


Radyodaki kanalları direksiyon üstündeki düğmeye basaraktan ha bire pas geçiyor. Hiçbirini beğenmeyip üfff'lüyor. Derken " Ne söyledim? / Ne söyledim sana? / Ne söyledim ki / Vurdun kapıyı gittin?" diyiveriyor radyoda İbo.

Hafiye: Aaa! Kalsın, değiştirmeeee...Be vicdansız / Be insafsızın kızı / Be nankör kedi / İnsan bir şey söyler! Vu huuu. 10 yıldır dinlemiyordum bunu. Süper!

Hazır trafik de sıkışmışken şokella bakışlarını uzun uzun yüzümde tutabiliyor.

Hafiye: Sevmek dedin sevmedik mi? / Aşka boyun eğmedik mi? / Bütün kötü huyları / Hatta güzel dostları / Senin için terketmedik miiii?
Şövalye: Minno, çok varoşmuşsun.
Hafiye: Varoş sensin. TEM çıkışında trafik sıkıştığında sağda yavaşla, ben bariyerlerden atlarım diyen kim? Hangimiz daha varoş? Ha?
Şövalye: Nesi varmış ki bariyerden atlamanın? Yani nasıl bir şey bu? Hem Amerikalı hem varoş.
Hafiye: Of off... Sen ve tuhaf tanımlı sınıf bilincin. Paşa torunu Şövalyeymiş buuu.

Geldik Takanik'e. Bu sefer Hafiye ve Düella çevresinin başka uçları birbirleriyle kaynaştı. Dilocan, Emre, Çıtır ve Gippi. Hatta Cuma günü Gippi, İtalyanca ödevine yardım etmek üzere Dilocan'la buluşacak.

Gündem belli. Yonc'un nikahı bahis konusu yapıldı. Evlenir mii, evlenmez mi? (Bahisler şu ara 1'e 5 veriyor. Fena değil. Öngörülen tarih yaklaştıkça tahmin ediyorum 100'e çok rahat çıkar) Aradık, yorum/tahmin falan alalım istedik. Tabii ki açmadı. Oysa Dilocan kokocan aslanlar gibi Ağustos 2007 tarihli düğünü için hem para hem mekan hem de emek ayırmış köşeye. 60 bin yuro. Bilmemne Paşa Yalısı. Ben anlamam toptan tüfekten. Sağ eline de tek taşını takmış. Türkiye'de düğünden önce sağ ele takılıyormuş yahu. Ben bunu bilmiyordum. Sanıyordum ki Nil hani tek taşı sola takamıyor damat adayı yok diye. E, bari o yüzden sağ eller havaya, diyor. 'Hıııı' oldum, Dilocan anlatınca. Sonra dedi ki, daha çok parası olsa İbo'yu sahneye çıkarırmış düğününde.

Hafiye:
Hay diline sağlık. Yolda İbo çalıyordu. Ben de aynı şeyi söyledim. Şövalye bana 'varoş' dedi.
Dilocan: Ee, aldın hanım evladını. Çekiceksin. Başlarda Emre de anlamıyordu bizi. Zamanla alışır, merak etme.

İnşallah.


Salı, Kasım 21, 2006

Tesadüfün Sopası

Geldim memlekete. Gece yolculuk yaptık. Ala delisi bizi taşıdı limana sabaha karşı. Şövalye sabahın 6'sında beni karşılamaya gelmiş. Çok özlemişim, yahu. Çok. Bir sevgi yumağıyız. Birer pıtırcıkız. Görenlerin gözleri yaşarır. O derece yani. Sormayın.

Bir kahve içtik. E, sonra Şövalye işe gitti. Leş gibiyim ama eve gidesim yok. Hava da güzel. Boğaz iyi gider. Java'yı aradım yoldan. Hani işsiz güçsüz ya. Haftaiçi de olsa takılır benle, diye. Bugün olmazmış, ödev teslimi varmış. Cumartesi buluşalım, dedi. Tamam. Zaten Şövalye de animasyonda olacak Antalya'da. Takılırız bütün gün, dedim. 'Aha, bak o işlerden çok hatun düşer' diyerekten bıldırcın bıldırcın güldü.

Hemen alarma geçtim. Adam zaten para da almayacağını söyledi bu işten. E, o zaman başka ne motivasyonu olabilir ki? Niye gidiyor ta Antalya'ya günübirlik, kör vakitlerde uyanıp? Ha?

Şövalye, dedim, böyle böyle. Ya ben de gelicem ya da gitme yani. Dinlemedi beni, gitti. Aklım da onla gidiyordu kiiiii Java'nın Sosyetik Dilberi'yle sürpriz doğumgünü partisi detaylarını konuşurken telefonda "Antalya'dayım", dedi. "Şirketin motivasyon toplantısında."

Ne büyüksün Allahım! Yani şöyle: Benim Şövalye, Java'nın Sosyetik Dilberi'nin motivatörü olucak. Antalya'da. Dedim, Dilbercim. Hemmmen başına asker dikiliyorsun benimkinin. Gözünün ucu kaysa bana mesaj çekiyorsun. Tamam, dedi. Sen de benimkine mukayyet ol. Tamam.

Cumartesi bütün gün klinikte aç bilaç check-up yaptırdım. Akşama doğru ancak ayılan Java çıktı geldi. Pansiyona gittik. Uyudu. Uyumadan önce Pansiyon'un dağınıklığına söylendi.

Java: Bir erkeğe hitap edemezsin böyle. Dağınıklığa bak!
Hafiye: E, ama ben burda bile değildim ki. O dağıtmış her yeri.
Java: Olsun, sen toplayacaksın arkasını.

Hafiye: Ama bak, aldım çıngıl çıngıl kolyelerden.
Java: Tamam, güzel işte. Şimdi sıra hamaratlıkta. Adam gelecek akşam. Kalk yemek yap. Hafiye: Ama o ıslak hamburgerle mutlu. Alıyoruz Marmaris Büfe'den işte. Valla güzel yemek yapamıyorum ben. Yaptıklarımı yemiyor zaten.
Java: Deneye deneye ustalaşırsın. Yoksa olmaz yani.
Hafiye: Ne olmaz?
Java: Sonunuz hayır olmaz. Sen sus iki dakka ben bir rüyaya yatayım. Sonunuzu göreyim.

Hala ayılamamış. O uyurken ben de biraz ortalığı topladım bari. Etkilendim mi ne? Şövalye kaçacaktıysa da bu sefer olamadı. Başına adam diktim. Oh, olsun. Dilber sık sık rapor geçti. Motivatörü öpene bin puan verilecek olmasına rağmen Dilber kartal kesilmiş, kimseyi yaklaştırmamış yanına. Yaaa..

Pazartesi, Kasım 20, 2006

Aman AMMAN - 2

Gecenin ikisinde karşıladı Ala. Otele götürdü. Sürünmekten konuşamadığımdan yavaş git, diyemedim. Abi bir kelime İngilizce bilmiyormuş zaten. Birinden zar zor fısıltılı bir "şuvey şuvey" çıktı. Ala dinlemedi. Sonraki günler sabah 6, öglen 1, akşam 7, gece 1 falan da dinlemedi. Birbirinden farklı programlara sahip onlarcasının kahraman şoförü oldu.

Her şoför Ala gibi olmadığı gibi Ala da her dakika bize ait değildi. Daha önemli konukların daha acil ulaşımları söz konusu olduğunda mesela. Bir akşam alışveriş merkezine gidesimiz geldi. Şoför taksimetreyi açmadı. Önceki akşam açık taksimetreyle aynı rota 17 dinar tutmuş Bora'ya. Daha fazlasını vermeyiz, dedik. Bir dil sıkıntısı yaşanırsa atarız parayı gideriz, dedik. Tamam. Plan bu. Alışveriş merkezine geldiğimizde sorduk, kaç para, diye. '5 dinar', dedi.

Asla kazık yemediğiyle övünen ve hatta bilakis çok fahiş fiyatlara sattığı mallarla medyamızca da tanınan Bora'ya, hah işte, el mi yaman, bey mi yaman? Dedik. Önceki akşam yediği 12 dinarlık kazıkla eğlendik.Bora cinnet.

Alışveriş merkezinde ekipten ayrılmak zorunda kaldım. Daha doğrusu ekip benden ayrıldı. Ömürleri şantiyelerde geçmiş erkeklerle gezmek biraz zor. Hiçbiri benle ayakkabıcı vitrinlerine uzun uzun yapışmak istemiyor. Onlar elektronik dükkanlarında Dubai ile karşılaştırmalı fiyat analizi yaparken ben 4. kahverengi ve fakat 9. çizmemi sardırıyor, toplam ayak giyecekleri adedimi böylece 128'e çıkarıyordum.

Ekip yeni pabuçları duyunca karılarından veryansın etmeye başladılar. Mesela Bora'nın karısı, benimkinden biraz daha büyük bir pazara hakimmiş. Annesinin ta balayında Hindistan'dan getirdiği yılanderisi parçaları bile ayakkabılatmayı başarmış Beyoğlu pasajlarında. Çok analitik ve titiz de bir insan anlaşılan. Hatun sen tut bütün ayakkabılarını kutulara yerleştir, kutuları numaralandır, hangi numaralı kutu nerede diye haritala. Kutulamadan önce de fotoğraflarını çek ve hangi ayakkabı hangi numaralı kutuda diye notlandırarak bir dosya haline getir. Efsane bir hatun. Hemen bir resmini görmek istedim. Vesikalıklar çıktı cüzdanından. Çok süründürmüş bizimkini. Evlenmek için Bora çok uğraşmış, uhuu, hikayeleri de efsane. Hatun gözümde ilahe mertebesine çıktı. Acilen tanışmamız lazım. Pansiyon'a layık bence.

Dönüşte bir taksi daha çevirdik. Taksimetre açık bu sefer. Otele vardığımızda fiyat 1.685 idi. Yani 1 nokta 685 dinar. (1 Ürdün Dinarı= 1.40 USD) Yani 2.5 dolar bile değil! Şimdi şöyle: Ürdün'de ondalık sayı hanesinde üç rakam kullanılıyor. Dünyanın –ayak bastığım- her yerinde ondalık hanedeki rakam adedi ikiyi geçmezdi. Noktadan-sonra-iki-rakam'a alışmış bünyeler taksimetrenin küçücük dijital ekranına sıkış tepiş zar zor sığan fontu bol bir 1.685'i 16.85 olarak algılamaya çok müsait. Hele de gidilen mesafe uzunsa 1.685 pek ucuz geliyor.

17 yerine 5 dinar ödediğimizin sevinci kursağımızda kaldı. O seferde hepimiz birden kazıklandığımız için Bora'ya yüklenmedik. Savunma mekanizmalarımıza tam gaz yüklenerek 'en azından hızlı bir öğrenme eğrimiz var,' dedik.

Pazartesi, Kasım 13, 2006

AMAN AMMAN!

Özel şoförlerle ülke dolaşan bir tek Pansiyon diil. Uyku nedir bilmeyen deli bir Arap şoförle Amman'dan Ölüdeniz'e doru yola çıktım. Yüreğim ağzımdan iner inmez detayları geçicem.

Perşembe, Kasım 09, 2006

Hafiye'nin Karakterleri 3: Yonc

Nikahına Bizi Çağırsana Yonc.

Aslında bu yazımla size yeni bir Hafiye karakterini de tanıtmış olabilirim. Bir taşla iki kuş vurmuş gibi. Yonc, bizim tayfanın cimriliğiyle, pasaklılığıyla, özellikle eskiden tuhafa kaçan kılıklarıyla (Son yıllarda biraz topladı Allah için. Artık sadece göbeği çıkıyor ortaya. Uzun zamandır kısa gömlek altından külotlu çorabının yüksek belli külot kısmına şahit olmadım), e-maillerine asla cevap vermemesiyle, ulaşılamamasıyla, İngilizce korkusuyla, bütün özelliklerini de reklamın iyisi kötüsü olmazcılığıyla avaz avaz yayınlamasıyla meşhur zat-ı muhteremidir. Hadi biz bunlara alıştık. Alışamadığımız ‘şu’ da diyemem. Sadece kimi vakit bir özelliği gündemi daha çok meşgul edebiliyor. Bugünlerde konuşup durduğumuz ise tembelliği yüzünden evlenememesi.

Evlenirse inanıyoruz ki alayımız şeytanın bacağını kıracak. Hepimize kısmet sökün edecek. Ya herkes bin yaşına geldi, daha kimsede tık yok. O yüzden Yonc evlensin artık, yeter be, diye saplantı yaptım. Prospektif damatla zaten 10 yıldır beraberler. Herkese gına geldi. Damat bile demiş, sene sonuna kadar evlendik, evlendik. Yoksa bu konu kapanır, diye. Anne Yonc da krizlerden kriz beğenmekte. Hayır, zaten düğün bayram olmayacak. Yeni bir eve çıkılmayacak. Çeyizler düzülmeyecek. Sadece imza atılacak. Üşeniyorum demiyor da bana, Özlem gelmezse olmaz, yok bayramda olmaz, yok nikah daireleri yoğunsa olmaz. Baktım Amerika tayfasından iki kanka geliyor Noel zamanı. Dedim o ara evlen işte. Millet mürüvvetini görsün. Özlem’e, dön artık turundan, dedik. Diğerlerine de gelin gelin, dedik.

Aa! Yalancı Çoban masalı, kimse inanmıyor şaptinin evleneceğine. Çünkü bundan beş sene evveldeeen geçen aya kadar yüzlerce değişik düğün tarihi deklarasyonu yapmış. En son yalanı da bayramda Roma’da konsoloslukta şeklinde planlamıştı. Böylece aile işkencesinden kurtulacaktı. Ne yaptı bayramda? Damat-to-be’yle Olimpos’ta böcek fobisini yenmeye çalışmış. Millet bilet alcaz, hadi bak gerçek mi, ona göre, diyor. Bizimki yine ulaşılamayan meşgul kadın triplerinde. Henüz bir cevap buyurmadı. Çocuklar nerden baksan adam başı 1500 dolar masrafa girecekler. Bizimki 1500 dolara gelinlik mi olurmuş, nee, çığlıklarında. Hadi dedik, Yalova’dan alırız, ucuz olur. Anadolu rüzgarı estirirsin nikah podyumlarında. Yalnız kumaşı şu yorganlık satenlerden olmasın, yeter.

En son ‘Ozie zevklidir. Gitse de Amerikan outletlerinden gelinlik örneklerinin resimlerini çekse de ona yollasa da o da aralarından birini seçse da Ozie ona kargolasa’ ve ‘iş için Amerika’ya gitse de gitmişken ordan gelinlik alsa da öyle mi evlense’ye kadar yeni bahaneler, yeni süreçler yarattı. Allaam, sen büyüksün.

Salı, Kasım 07, 2006

Karlı'dan Kanlı'ya

Cumartesi günü kar yağdı buralara. Hem de ne kar. 'Lapa lapa, ne şeker' derken fırtınalı Alaska Frigo oldu ortalık, pek fena. Şövalye'nin kitap aşkına Beylikdüzü Tüyap yollarında az kalsın mahsur kalıyorduk. Daha önce de evde mahsur kalıyorduk. Şöyle ki:

Çıkmışım sporumu yapıyorum uzay mekiğinde. Kan ter içindeyim. Isıtmasınlar şu pansiyonu bu kadar yahu. Düella kışın yok diye sevinmiştim gelen giden de pek sıcaksever çıktı. Aç dedim kapıyı, aç. Egzersizin 20. dakikaları. Bir tıkanma yaşarken bıt bıt konuşmaya başladı oturduğu yerde. Bolivya'da belgesel çekmek istiyormuş dağlarda. Ben de gelir miymişim onlan. Zorluk derecesi 8'de ıkınarak pedal çevirirken içimden fesuphanallahlayabildim sadece. Sonra duşta nefesimiz yerine geldi. Çıkar çıkmaz hınçla salona daldım:

Şövalye: N'oldu minno? Hazır mısın?
Hafiye: Ben 'unconventional' hayatı bırakıp buraya geldim. O defter kapandı. Dağa bayıra vurasın varsa git şimdiden. Hadi. Selametle çocum, selametle.
Şövalye : N'oluyor, minno? Anlamadım. Ne diyorsun?
Hafiye: Ayrılıyoruz. Sen Bolivya'ya gidiyorsun. Ben de Istanbul trafiği ve Ortadoğu ülkeleri karışık hayatıma devam ediyorum.
Şövalye: (Abartılı bir şefkatle) Tamam canım, tamam, geçti canım. Geçti. Geçti.
Hafiye: Çek ellerini. N'apıyosun yaaa? Ne geçti?
Şövalye: Öyle demiştin ya! Arıza çıkarırsam böyle sakinleştir, diye. Sen demiştin.
Hafiye: Sensin arıza. Gel-geç değil ki bu. Gerçekleri söylüyorum. Uff ya, ufffff..

'Hadi gel, yolda kavga ederiz, vakit kaybetmemiş oluruz,' diye çıkardı beni dışarı. Gördünüz işte, abi normal diil. Beylikdüzü'ne yollandık. Yolda kar fırtınasına yakalandık. Zar zor Tüyap'a girdik. Biz sanıyorduk ki bu tipide bir tek biz oluruz kitap fuarında. Ha hayt. Bütün Istanbul ordaydı. Milletteki kitap aşkı bir başkaymış da biz bilmiyormuşuz. Yarım saat geçti, geçmedi. Acıktım, susadım, tuvaletim geldi. Kalabalık, sıcak. Ihhh. Şiştim.

Hafiye: E, iyi de ben böyle kitap alamam ki.
Şövalye: Nasıl yani?
Hafiye: Çok kalabalık. Ben lay lay lom karıştırmak isterim kitapları. Burda itiş kakış çok. Hem bütün kitaplarımı senelerdir internetten alıyorum. Orada da var zaten bu düdük %20 indirimler.
Şövalye: Minno, kusura bakma ama ben buraya gelmişken gezmek istiyorum. Nedense bugün iyice arıza oldun sen.
Hafiye: Şuna bak. Mülayim dedik, yalan söyledik. Suyun ısınıyor bak. Dikkatli konuş.
Şövalye: Sen dikkatli konuş, bak geliyor beş kardeş.


Açlığa benden daha tahammülsüz bir insan var mı acaba? Çıkışta hemen oracıktaki Kilisli denen o Antep lokantasına götürmemiş olsaydı beni sular daha çok ısınır, kardeşler daha çok patlardı şrak şrak. Eve dönüşümüz de saatler sürdü fırtınada ama olsun, toktuk. Pek mutluyduk. Sadece nezle oluyordum galiba, sızıl sızıldı kemikler.

Cuma, Kasım 03, 2006

Assos'un Çenesi

Assos'un yerlileri çok komikler. Paso konuşuyorlar. Şeker de bir aksanları var ama çok konuşmayı yeni bir boyuta taşımışlar besbelli. Kaleye çıkan yolda bir dolu köylü tezgah kurmuş; incik boncuk, oyalı yemeni, ev yapımı sabun, kekik, defne, adaçayı falan satıyor. Öyle 'giieel, giieeel' diye bağırmıyorlar. Bıdır da bıdır da bıdır konuşuyorlar. Mallarının güzelliğinden, işlerin kesatlığından falan bahsediyorlar, öyle ortaya. Hatta bir teyze geç kalmış pazara, tezgahına sattığı minik heykelleri dizerken, 'şimdi eğiliyorum, torbamdan heykeli alıyorum, buraya koyuyorum' diye konuşuyordu. Laf bulamazsa kendine rapor veren köylüler. Aklıma Köste geldi. O da Çanakkaleli ya. Aradım. Şapti, hala burda. 2 aydır vizesini alamadı da dönemedi Atlanta'ya. Ben geri döneceğine inanmıyorum artık. Sen 5 yıl doktora yap, tezine imza koymadan dön. Ben şaşırmıyorum artık arkadaşlarımın anomalilerine.

Hafiye: Köste, neden çok konuştuğunu anladım galiba. Senin bir suçun yokmuş. Anlayış yapıcam artık sana.
Köste: ??
Hafiye: Assos'tayım da. Durmaksızın konuşuyor buralılar.
Köste: Aa! Biz de Çanakkale'deyiz. Hatta yarın oraya gelicez.
Hafiye: Ya işte buralılar...
Köste: Siz ne zaman döneceksiniz?
Hafiye: Bir dur yahu. İki dakka dalga geçeyim istedim, mahvoldu eğlencem. Buralılar da çok konuşuyormuş. İşte, hani yani merak etme, seninki genetik olmalı.


Al, işte, hiç komik olmadı böyle.

Sonra dert yandı, kokoşcum. Yazlıklarıyla gelmiş de kışlığı yokmuş da giyecek hiçbir şeyi yokmuş da. Açık ayakkabılarla kalmış da. Dedim hadi hadi, Istanbul'da konuşuruz. Pazar günü buluşacak benle. İnşallah.

Ertesi sabah Clinton'dan Bozcaada'ya gitme tarifi aldık. Bu sefer istemedik. Kendi verdi. Bir yarım saat sürdü gene. Hiç kıpırdamadan, tınlamadan, çınlamadan, vurgulamadan. Girişteki aynı koltuğunda, aynı ayak ayak üstüne pozisyonu, kafasında aynı kasketi. Değişen tek şey önündeki bilgisayardan takip ettiği haberler.

Şövalye: Sen anladın mı tarifi?
Hafiye: Tabii ki de hayır. Dinleyemedim bile. Bir şeyler adamı dinlememe engel oluyor. Mars Attack gibi, uhuuu.

Salı, Ekim 31, 2006

Assos: Yarım Pansiyon- Tam İşkence

Şövalye'nin karambolde ayarladığı pansiyonu dünyanın değişik yerlerinde öğretmenlik yapmış, en son Türkiye'ye varmış, burada da emekli olmuş, yazlarını Assos'ta geçirmişlikten dolayı da burada emekli yerleşimini seçmiş 60'larında bir Amerikalı çift işletiyordu. Emily ve Clinton. Pansiyonda TV yok, adamlarda cep telefonu dahi yok. Hiç kullanmamışlar. Eski hippilerdenler midir, nedir. Bu halleri tipik değil ama tipiklikleri olmaz mı? Ahh, ah.

Bi kere odalara kendi elleriyle hazırladıkları bir rehber bırakmışlar. Haritalı, krokili, her bir yerin detaylı menüsü, lezzet vs fiyat değerlendirmeleri, Assos'un tarihi, beşeri yapısı falan bile var. Hadi buraya kadarını sağduyulu bir Türk bile yapsın ama arabanız bozulursa'dan, ısırganotuna sürtünürseniz'e kadar hangi acil durumda ne yapmanız gerektiği detayını ancak bir Amerikalı derleyebilirdi.

Biz rehberi sonradan, ancak gece yatmaya hazırlanırken gördük. İlkin ikimizin de bayağı ilgisini çekti. Şövalye elinde tutuyor, ikimiz kafakafaya okuyoruz. Sonra aniden sayfalar kırıştı, dosya kapanır yere düşer gibi oldu. Türk Şövalye detaylara gelememiş olmalı, uyuyakalmış. El kol hakimiyetini kaybetmiş. Bu abi bir tuhaf. Mesela yanyanayız. Elimi tutuyor olabilir. Saçlarıma dokunuyor olabilir. Mırıl mırıl bir anın tadına varıyorken, aa, bi bakıyorum bir ağırlık çöküyor üzerime. Literally ağırlıktan bahsediyorum! Abi uyuyakalmış. Bütün ağırlığını da bana bırakmış.

Gene dağıttım konuyu. Farzedin ki senaryosunda zamanda bir ileri bir geri giden tarz bir filmdesiniz. Neyse, eşyaları odaya atar atmaz yemek yemek için dışarı çıkmak istemiştik. Clinton'a sorduk bi nereye gitsek diye. Allaaaa. Bir yarım saat de öyle vakit kaybettik. Sakin tonlu sesiyle tınlamadan, çınlamadan, elini kolunu dahi sallamadan, vurgulamadan, inişsiz çıkışsız, anlattı, anlattı, anlattı. Bir yerde, ta başlangıçta bir yerde, ben koptum. Tahminimce Şövalye de koptu ama ne de olsa nazik insan, dinler gözüküyor. Bir esniyorum, iki esniyorum. Esnememin önüne geçemiyorum. Daha fazla esnersem ayıp olacak diye üçüncüden sonrakileri yutuyorum. Suratım uzuyor. Dudaklar birarada kalma çabasında fakat dudakların ardında çene ayrılmış kasılıyorum. Bu usül esneyince yaşlar gözlere daha bir coşkuyla hücum ediyor. Assos Assos olalı böyle zulüm görmemiş olmalı. Ağlıyorum artık.

Nihayet dışarı çıkıyoruz. Eyoo! Yani zaten bir köy meydanına bakan üç tane restorandan ibaret yer nasıl bu kadar uzun ızdıraplı anlatılabildi ki? Amerikalılar ve en basit durumlara dahi karşılaştırmalı analizciliklerine bir canlı örnek daha.

"İyi ki dönmüşsün", dedi Şövalye. "Çok sıkılmış olmalısın."
"Bingo," dedi Hafiye.

'Çok sıkıldığım için döndüm' cevabını tuhaf bulanlara gitsin bu anı.

Cuma, Ekim 20, 2006

Hafiye'nin Karakterleri

3- Ruş, Ruşen

Hepiniz tanıyorsunuz onu ama yeni okuyucularım var. Bileni var, bilmeyeni var. Duyanı var, duymayanı. Özetle Hafiye karakterlerinin en güzel, en seksi, en dansöz, en hamarat böcüğüdür. Annemin oğlu olsa Ruşen’i alırmış. Annemin bilmediği yönleri var ama, kadı kızının kusuru diyelim. Mesela, çok şefkatli ve sevecen bir anından kaprisli bir cadıya dönüşebilir; bu dönüşümün deterministik sebepleri olmayabilir. Bize de baarıyor, çaarıyor mesela. Susup oturuyoruz. Sonra ateşi geçiyor, gelip yeniden okşamaya başlıyor. Anahtar kelime: susmak. Aslında benim gibi analiz kumkuması insanlar ille de mantığına, sebebine kasar ya, o yüzden daha bir sıkı takibe aldığımda şuna vardım. Yardım etmek gibi yüce bir niyetiniz dahi olsa başına kalabalık etmeyeceksiniz.

Fakat temizlik krizi geldiğinde ne yapılacağına dair hala bir fikrim yok. Mesela Salı gecesi saat 11 olmuştur. TV karşısında biranız ılımış, uykunuz hafiften çökmüş, koltukta yamuk oturmaktan beliniz ağrımış ama kalkıp postunuzu düzeltmeye dahi takatiniz yokken niyeeeaahh, bizimki çıkagelir, elinde tozbezi ve fısfıs camsillerle. Ovar ovar ovar. Ya da bir elektrikli süpürgeye biner gelir; emirler yağdırır. Kalk oradan, şuraya geç. Süpürür, süpürür, süpürür. Şimdi oradan kalk, buraya geç. Arada kızgın bakışlar. Kitlenirsen yandın. Söylenir, söylenir, söylenir. O saçını süpürge ederken biz yan gelip yatarız. O sorumlu, biz sorumsuz. O aklıbaşında, biz deli. Anahtar kelime neydi? Susmak!

Geçenlerde Moguz geldiğinde anlatmıştı. Evindeki halıları yıkamış haftasonu diye. Öyle bir şaşkınlık indi bize. Sonra Pansiyon’un harita halılarına baktım, içim karardı. Oya kocasına geri döndü de temizliğe yeniden başladı, allahtan. Şövalye’nin Bezar’ı temizlikte ‘bir inci’ ama organizasyonda ‘son uncu’ydu zira. Oya’ya dedim, silsek ya şunları? Bu halılar ölmüş, dedi. Ruş hatun Amerikalar’da halılar dövüyor,siliyor da biz burda elimizin altında arapsabunları, ucuz işgücü, yalanız yani.

Ruş hakkında hala aklıma gelip de haşla güldüğüm üç beş satırı ekliyim, size daha iyi fikir verir belki arızalarına dair:

DC’ye ilk taşındığında acilen ev lazımdı, çok da bakınmadan daire kiraladığı apartmanda bol miktarda Ortadoğulu, zenci, Hintli, Çinli falan vardı. Ne bileyim işte, DC’nin klasik demografisidir ki bu zaten. Bizimki sonradan bir burun kıvırmak, bir beğenmemek. Aynen şunu dedi bana asansörde evine çıkarken: “Höfff, minority apartmanına düştüm, çok fena”. Dedim, sen doğma büyüme Virginalı mısın başıma? Allahın Adanalısı. Şapti koko.

Bir de sen böyle güzel ve bakımlı bir hatun ol, çıktığın herifler senin güzelliğinle ters orantılı olsun. Yok böyle bir şey. Pansiyon’un kilo aldığı bir dönemdi de diyorduk ona, kilo ver diye. Niye, dedi. Sağlık mağlık, dedik. Yerim sağlığınızı, dedi. Devam etti. Erkekler için kasıyormuşuz aslında spor, diyet, sağlık falan. Onun öyle erkek bazlı derdi yokmuş. Kaldı ki, Ruşen kasıyormuş öyle, her bir yerine ayrı kremler sürerek, 100 gram alsa dert ederek, sporlar, saunalar felan sonunda da çirkin çocuklarla beraber oluyormuş. Sonuç buysa o yatar yuvarlanır, daha iyiymiş. Yatıp yuvarlanarak bile daha güzel oğlanları bulabilirmiş. Doğru söze bir şey diyemedik, tabii.

Şimdi ille de klasik bir tanımlama, tanışlama diye tutturursanız, Ruşen’le 1994’ten beri beraberiz. Pelinat’la -ki o da yakında nasibini alacak bu sütünlardan- bölüm arkadaşımız çıktı. Öyle de kaldı. Amerika’ya Türkiye’den transferlerimin sonuncusudur. Bir sene Georgia’daydı. İki yıldır DC’de yaşıyor. Bu aralar buraya geri döndürmeye çalışıyorum. Gel, dedim, geeeel!