Salı, Mayıs 02, 2006

Maceraya Giriş

4 Ağustos 1999 Çarşamba günü o zamanki İstanbul-Atlanta Delta direk uçuşuyla Amerika'ya geldim. Kim derdi ki ertesi yıl onlar için çalışmaya başlayacağımi, hey gidi. Uçak öğlen gibi kalkıyordu. Haftaiciydi. O yüzden havaalanında kimse yoktu. Tek başımaydım. Uçak 6 saat rötar yaptı. İnisim, okula varışım geceyarısını geçecekti. Varış yerim Atlanta olduğu için otel vermediler. Oysa ben Athens'a gidecektim. Nihat'in söylediğine göre AAA Shuttle'ına binecektim. Athens'da inecektim. Oysa en son shuttle akşam saat 9'daydı. İstanbul havalimanından telefon kartlarıyla Nihat'i aradim. Beni karşılamaya geleceğini söyledi. Sağolsun. İçim rahat bindim uçağa.

Nihat, Alp ve Serdar'ın evine bırakacaktı beni. Alp ve Serdar da UGA'de MBA öğrencileriydiler ve yazın İstanbul'dalardı. Onlar benden daha geç geleceklerdi. Onlar gelene kadar ben de kendime bir ev bulmuş olacaktim. Nihat'in ayağı alcıdaydı ve gişgıcır bir Nissan'a biniyordu. Yeni almış arabasını. Öğrenci öğrenci hayırdır, oldum, borçla alınınca aylık ödemesinin düşüklüğünden falan bahsetti. Amerika'ya dair ikinci hayretim de oturduğum yolcu koltuğunun yanıbaşındaki dikiz aynasının üzerindeki "Objects in mirror are closer than they appear" yazısıydı. E, yani. Dikiz aynasına dair ampirik bir bilgi değil miydi ki bu? Üçüncü hayret ise 'Atlanta'nin dibi' diye söyledikleri Athens'in 100 km ötede oluşuydu. Yakın kavramının uzaklığı aynadakinin tam tersiydi. Söylendiği kadar yakın değil, uzak olmak vs göründüğü gibi uzak değil, yakın olmak. İzafiyet.

Karanlık bir yola girdik ve kırmızı tuğla bir binanın önünde durduk. Alp & Serdar'ın evi. Yanıbaşında bir gece kulübü. Amerikan pavyonu. Striptiz dansçılarının titrek neon ışıkları önümüzü aydınlatıyordu. İçeri girdik. Zifiri karanlık. Elemanlar evden çıkarken sigortayı kapamışlar. Bulamadık kutuyu. Işık yok. Karanlık baki. "Sabaha uyanınca bulursun sigortayı," dedi Nihat gitmeye hazırlanırken. "Nihat, beni burda bırakmaaaaa," diye yapıştım ona korkuyla. Çocuk sakat, yorgun, evini taşıyor ve üstelik yarı toplu evinde bu sene yeni gelen diğer Türk tayfasını ağırlıyorken kendimi de ekledim yüküne. Aldı, eve götürdü, ne yapsın. Ürkmüş kadını sahip çıkmamak erkekliğe sığmaz. Zamanla Nihat'a daha çok kanadı kırık kuş ayağı yapacaktım.

Nihat'ın evinde çıplak parkelerin üzerinde eğri büğrü zorla duran bir halojen lambanın ışığında iki yeni Türk öğrenci ortamını kurmuştu. Atletleri ve boxer'larıyla oturmuş, bir yandan Orhan Gencebay dinliyorlar, bir yandan da biralarını içiyorlardı. Gece saat ikiydi. Bana yatacak yer yoktu. Eski bir deri koltuğa yerleştim. Oturur pozisyonda içim geçmiş. Ertesi sabah bunaltıcı bir sıcağa gözlerimi açtım. Ter içindeydim. Heryer çürümüş ot kokuyordu. Okula gitmem gerekiyordu, dersler çoktan başlamıştı. Hatta da o sabaha yetişmesi gereken bir ödevim bile vardı. Dersler başlamadan şu şu şu kitapları okuyun gelin, demişlerdi ama Türkiye'de o kitapları bulamamışlığım bir yana, daha bir hafta önce geleceği belli olmuş bir insancıktım ben. Orhan Gencebay gençlik de pek yardımsever çıkmamıştı. Yersiz, yurtsuz ve ödevsiz okulun yolunu tuttum.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Seni nasil anliyorum bilemezsin. Benim gelis o kadar sancili olmadi ama o curumus ot kokusunu, o igrenc nemli sicagi (bi de Antalyaliyim, o halde) hala hatiralarimdan cikartip atamadim.