
Bir iki didiştim. Sonra bıraktım. Benim takıntım bir başka takacak şey bulana kadar sürüyor, malum. Amaaan, dedim. Takmazsan takma. Neyse allahtan şu feysbuk çıktı da relationship status’umuzda nişanlı olduğumuzu deklare ettik. Arkadaşları da böylece duydu nihayet. Diğer türlü beş çocuklu aile babası olsa millet bekar sanacak. Listesinde ta ilkokuldan beri bütün eski manitaları gülümsemekte en janti, en bikinili pozlarıyla. Bari bir stoper görevi görür bu resmiyet- diye düşünüyorum en azından. Hoş, bunlar kadınları kamçılaya da bilir. İsterlerse buyursunlar alsınlar. Akacak kan durmasın bari. Erkenden. Ben de ekliycem eski manitaları diyorum. Ekleee, diyor. Adamın umru değil. A, bir de..nişanda çok beğenmiş beni. Saçımı fönletmiş, makyaj yapıp topuklular giymiştim çünkü. Ne zaman bunları yapsam kokoş sevmiyorum, sevmiyoruuummm diye yırtınıyordu. Daha neyi sevdiğinin farkında değil.
Neyse efendim, nişandan sonra İstanbul’a döndük. İşteki bekar kızlar kurdelemden bir parça getirmemi istemişlerdi. Bilmiyordum böyle bir gelenek olduğunu ama anlaması zor değil. Gelin teli, gelin ayakkabısı altına yazılan isim muhabbeti gibi bir şeydir diye. Hayır, efendim. Yediler kurdeleyi. Minik minik kırpan suyla beraber yuttu kurdelemi. Bağırsakları düğümlenecek kadar çok kurdele yutmuş olmalarına rağmen ben ilk kez şahit oluyordum böyle bir şeye.
İlişkiye resmiyet gelmesi tuhaf bir hal imiş. Nişandan sonra bayram geldi ya. Şövalyegiller’e ziyaretler Şövalyegiller’le yemekler, davetler tam iki gün sürdü. Çekirdek aile dışındaki akrabalar tarafından sorguya çekildim. Şimdi birkaç işte birden çalışıyorum ya. Evliliğe nasıl vakit ayıracağımı sordular. Akşam yedi ile dokuz arası dedim. İçimden. En iyi hangi yemeği pişirdiğimi sordular. Fırında karnıyarık dedim. Şövalye’ye ‘bir fırınımız bile yok’ bakışları atarken. Euee, biz pratik şeyler pişiriyoruz. Ne gibi? Euee, Marmaris Büfe’den ıslak hamburger ve dilli kaşarlı tost gibi. Evimiz küçük ya. Çocuğumuz olunca ne yapacakmışız. Başka eve çıkarız. Bir de dünürcü gelirken getirdikleri gümüş tepsinin modelinin devamı gümüş çatal bıçak ve gondol takımını almam önerisi var. Annem o tepsiyi bulaşık makinesine koymamamı, bulaşık süngerinin telli kısmını dokundurmamamı, üzerine bardak koyarken çizilmesin diye dikkat etmemi söylediğinde dahi içim şişmişti. Bu kadar fonsiyon dışı bir alet neden bu kadar değerli diye.
Bizim ev ve gümüş takımlar. Böyle bir tezat olamaz. Şövalye cimrilikle karışık IKEA katalogu hayranlığıyla 9,95’e perde almıştı da ikinci haftada kafamıza inmişti. Öyle kırık dökük durmaktalar hala camda. 29,95’lik halımızın üstündeki 19,95’lik sehpanın üzerinde 1,499’luk bir gümüş gondol hayal ediyorum da. Kayınvalidem-to-be bize geldiğinde kriz geçirecek diye bir korku sardı içimi. Şövalye bişi olmaz diyor ama hep sonradan patlıyor onun bişi diil’leri. Mesela, ben bizimkilerle biraz kavga ettim, iki gün küstüm. Chamonix’de dağlarda kendi kendimize evlenme fikrini kabullendiler. Bu fikri yayan kendisi olmasına rağmen annaane mürüvvet görsün diye düğün salonları bakıştırıyor şimdi. Olan benim aile içi sözlü şiddetime oldu.
Şimdilerde hem organizasyon şirketi kiralamak gerektirmeyen hem de hiiiiiç klişe olmayan, yani maytap püskürükleri arasından nikah masası tahtına yürütülmeyen, fiyonklu sandalye kılıfları olmayan, pasta keserken ’Love and Marriage’i çalmayan ortamlar sunan bir düğün salonu arıyor. Daha en az birkaç yıl arar. Ben böyle diyince de bana çemkiriyor. Fikrim varsa söyleyeymişim. Bana farketmez dedim ya. Merdiven boşluğunda bile olur dedim ya. Yetmiyor adama. İlla düğününde prenses olmak isteyen bir yetişkin Barbie istiyor bu adamlar. İstesen suuuç, istemesen suç.
Yurtdışında evlenmek sanki klişe değil. Bütün sosyete, magazin dünyası birkaçıncı evliliğini böyle yapıyor. Kaldı ki dönünce anneler görsün diye bir ufak parti de verirmişiz. Bunun adı ’düğün’ işte bildiğin. Niye iki parçaya ayrılayım? Paris’te evlenicez diye kış günü gelinliğimle yağmur altında taksi ararken, üzerime sular fışkırırken düşünüyorum da. O dakika olmaz bu nikah. Sırf ’farklı’ olucaz diye zatürre olmanın ne alemi var?
Baba Şövalye su altında evlenin bari, dedi. O da yapıldı. Havada da evlenildi. Paraşütle atlanırken. Ben zaten gıcık oluyorum böyle yapanlara. Evlenmenin kendisi klişeyken yöntemine ali cengiz yapıcaksın da n’olucak? E, o zaman niye evleniyorum diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Çünkü ben sıradışı olmaya çalışmıyorum. Kaldı ki evlenmek bir dünya şeyi pratikleştiriyor. Mesela, tek başıma bu minnak evi ancak kiralayabilirken evliyken çift gelirle güzel, geniş bir daire satın alabiliriz. Ne bileyim, gecenin bir vakti susadığımda kocam bana su getirebilir, hastalandığımda bana bakabilir. Eskisi gibi belimi kırdığımda evde saatlerce yardım beklemem gerekmez. Çocuk yapıp ya bakımını ya geçimini, en iyi ihtimalle ikisini birden onun üstüne yıkabilirim. En şahanesi çocukla beraber kendimi bile yıkabilirim. Tek başıma TV karşısında kucak tepsisinde bir düdük salata yemek yerine daha özenli sofralarım olabilir. Akşamları çene çalabilmek için Düella'nın insafına- yani moduna veya yeni arkadaşlarıyla buluşmamış olmasına- kalmam. Ayrılsak bile, ’yaşadıklarımız güzeldi ama buraya kadarmış kendine iyi bak’ gibi ’medeni’ takılmak yerine mahkemede donuna kadar heeerrr bir şeyini alıp hıncımı çıkarabilirim. Yani. Daha ne olsun?
Durumumu özetlersem: Resmi nişanlıyız. Bu kışa da evlenmeyi planlıyoruz. Daha doğrusu Şövalye planlıyor. Benim şimdi işim çıktı da Dallas’a gitmem gerekti. Bu uzuuun uçak yolculuğu sayesinde bu uzun yazıyı yazabildim. Bir hafta burdayım. Bomboş iki bavulla geldim. Yanıma yedek çamaşır bile almadım. 75 kilo malla dönücem inşallah. Dolar da bu kadar yerlerde sürünürken bir alışveriş furyası beni bekler. Neyse, işte Şövalye bu bir hafta süresince günde beş kez değişen kararlar alır, debelenir. Ben döndüğümde bir cinnet, iki telefon, bir salon ayarlarım görmeden etmeden. Artık maytap mı olur, fiyonk mu olur, papyon sosis tabağı mı olur, çiçekler ne renk olur umrumda olmadan. Ne varsa ondan.